*URAL, Ayhan. (2014). Türkiye'de Yarışmacı Eğitim Politikaları ve Sonuçları. Davetli Konuşmacı. Kapitalizm ve Paternalizm Kıskacında Çocuk: Türkiye'de Çocuklara İlişkin Alternatif Politika Arayışı Uluslararası Sempozyumu. Eğitim Sen. Malatya / Türkiye. 29-30 Kasım. Sempozyum Kitabı. Sayfa: 145-150
http://egitimsen.org.tr/wp-content/uploads/2016/04/Kapitalizm-ve-Paternalizm-K%C4%B1skac%C4%B1nda-%C3%87ocuk.pdf
TÜRKİYE’DE YARIŞMACI EĞİTİM POLİTİKALARI ve SONUÇLARI*
Bu bildirinin yazılı metni Sempozyum Düzenleme Kurulu’na iletilmediğinden konuşma kayıtlarından çözümleme yapılmıştır.
Hepinizi
saygıyla selamlıyorum. Düzenleyenlere, katkısı olanlara, sizlere teşekkür
ediyorum. Kısa bir zaman dilimi içerisinde ben de düşüncelerimi sizinle
paylaşmak istiyorum. Son konuşmacı olmak bu açıdan bir avantaj olabilir; belki
sonu açık olması nedeniyle bir baskı oluşmaz. Ben de zamana uymaya çalışacağım.
Oldukça karmaşık ve çok boyutlu bir konuyu tartışmaya
açıyoruz: “Yarışmacı Eğitim Politikaları”. Sanırım şu ana kadar burada
konuşulanlar çok önemli olmakla birlikte benim konuşacağım konu biraz daha
eğitimsel bir nitelik taşıması nedeniyle hepimizi daha çok bilgilendiriyor
olabilir; öyle bir umut taşıyorum. Öğretmenlere, eğitimcilere, genel anlamda
herkese söyleyeceklerimiz olabilir veya buradan çıkarımlar bulabileceğiz.
Şöyle bir başlıklandırma yaptım. Türkiye’deki yarışmacı
eğitim politikaları üzerine bakalım dedik. Tabii bu benim daha önceden
yürütmekte olduğum birtakım çalışmalar sonucu oluştu. Şimdiye kadarki
konuşmacılardan şöyle bir şey hissettim. Yani “Bu başlık bana verildi,
önerildi, ulaştı…” gibi. Ama benim başlığım orijinal olarak bana ait.
Dolayısıyla bu konuda daha öncesinden beri çalışmalar yürütmekteyim.
Türkiye’deki yarışmacı eğitim politikalarını değişik şekillerde tartışmaya
açıyoruz. Eğitimsel bir nitelik taşıyor bu çalışma. Yani literatürdeki temel
kavramlar üzerinden birtakım bilgilere ulaşarak bunların sahada, uygulamada
nasıl gerçekleştirildiğini de sizlere açıklamaya çalışacağız.
Şimdi, doğal olarak eğitimi temel bir insan hakkı olarak
kabul ettikten sonra böyle bir başlangıç yapacağım. Bu temel bir insan hakkı
olma niteliğini de hepinizin bildiği gibi uluslararası sözleşmeler, burada
bağlayıcı bir karar niteliği taşıyor. Devlet olarak siz bu sözleşmelere imza
attığınızda doğal olarak bunun gereğini de yerine getirme mecburiyetiniz var.
Ama hiç de öyle olmayan ve hiç de öyle olmayacak uygulamalara da rastlayacağız,
göreceğiz. Özellikle 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ve sonrasında 12 Eylül
Darbesi’yle beraber Türkiye büyük ölçüde piyasalaşan ve neoliberal kararların
benimsenip yaşama geçirildiği bir alan oldu. Doğal olarak bu, toplumsal yaşamın
bütün alanlarına yansıdığı gibi eğitim alanına da yansıdı ve şunu rahatlıkla
söyleyebiliyoruz; 1980 sonrası Türkiye’deki eğitim sistemi daha çok ayırımcı,
daha çok seçkinci, eleyici, dışlayıcı, eşitsiz, muhafazakâr, cinsel yönelimli,
piyasacı ve yarışmacı bir nitelik taşımakta. Ben bunların hepsinin birbirine etki
ettiklerini düşünerek yarışmacı niteliği biraz daha öne çıkaracağım ama her
boyutu tartışmaya açık veya o konular üzerinde de birtakım belgeler, bilgiler
söz konusu.
Eğitimin yarışmacı, eşitsiz, ayırımcı ve seçkinci olduğunu
söyledik. Bunun tabii nasıl oluştuğu yönünde şöyle bir döngüyle ifade etmeye
çalışıyorum. Sanırım kavramlar, biraz ben uydurdum diyelim, böyle biraz daha
tabii literatürde olmayan bir şeyi söyleme mecburiyetimiz var, bunu söylemek
için de zorlandığımız durumlar
oluyor. Kusura bakmayın. Yani kusurlu kamusaleğitim diye bir şey demek zorunda
kaldık. Kusurlu kamusal eğitim, detaylıolarak tarafımdan açıklandı.
Yani bununla ilgili yazdığımız şeyler var ama şu anda hepimizin anlayabileceği
ya da benim söyleyebileceğim şekliyle kamusal eşitlikçi bir eğitimin
üretilmediği her ortamı kusurlu kamusal eğitim olarak görüyoruz ve bunun da doğurduklarının
farklı alanlara nasıl yansıdığını izliyoruz. Dolayısıyla yarışmacı eğitim
anlayışı büyük ölçüde kusurlu eğitim anlayışının doğurduğu bir sonuçtur.
Buradan hareketle yarışmacı, eşitsiz, ayırımcı, seçkinci eğitimi biz okullarda
kademelendirme veya okullarda farklılaştırma üzerinde çok net olarak
görebiliyoruz. Şu anda neredeyse Fen Lisesi, Anadolu Lisesi, Meslek Lisesi,
Genel Lise -gerçi Anadolu Lisesine dönüştürüldü- İmam-Hatip Lisesi, Açıköğretim
Lisesi gibi birçok farklı durum söz konusudur. Konuşmacı arkadaşlarımız çok
belirttiler; yani burada sınıfsal bir durumu açık olarak tanımlayan yine
uygulamalar söz konusu.
Yarışmacı eğitim anlayışı diye bir anlayışı, yani zorlama bir
ifadeyle tanımlamaya çalıştık. Yani bunun literatürde çok yaygın olmadığı için
zorlama diyorum. Değişik gönüllülerle ortaya koymaya çalışıyoruz. Belki de ben
de, siz de yani sizi suçlamak istemiyorum ama yarışmacı eğitim anlayışı
içerisinde bir rol üstlenmiş bulunuyoruz. Yani direnenler de bir rol
üstleniyor, destekleyenler de bir rol üstleniyor. Böyle bir anlayışın
içerisinde bulunuyoruz. Onu söylemeye çalışıyorum. Bunun yansımaları, etkileri,
sonuçları nasıl? Sınavlarda bir artış söz konusu, akademik başarıyı önceleyen
bir anlayış söz konusu. Özgürlükleri kısıtlıyor, çocuk gönencini tehdit ediyor,
toplumsal soyutlanma yapıyor, yoksul bırakma yapıyor, özgeci davranışları yok
ediyor ve uzaklaştırıyor. Şimdi bunu tabii ben bir uluslararası sempozyumda
konuştum; buradaki anlamsız ifadeyi veya ifadeleri gösterdiğimde Türkiye’deki
arkadaşlarımız rahatlıkla bunu çözümleyebiliyorlar ama bunu yabancı
arkadaşlarımızın anlamlandırması zor. Çevirisine bakınız dememin nedeni o. Şu
anda böyle bir ihtiyacımız yok. Herkes rahatlıkla bu ifadeyi anlıyor. Yine
Eğitim Sen tarafından yapılan bir araştırmadan aldığım bir bilgi var. 139 sınav
yapılıyor üniversiteyi bitirene kadar; Türkiye’de bir öğrencinin girdiği
ortalama sınav sayısı. Tabii burada PDR (Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik)
uzmanı arkadaşlarımız ve farklı alanlarda arkadaşlarımız var. Bunun bir bireyi
nasıl etkilediğini ben de söylemeye çalışacağım. PISA’yı ben sınav olarak
değerlendirmiyorum. Toplumda böyle bir algı var. Dolayısıyla bunu ortaya koymak
zorundayım. PISA’yı araştırma olarak görüyoruz ama uygulamalarından dolayı sınav
olması da söz konusu.
İlginç bir reklam veya afişten
aldım; yarışma sınavı. Bunu da çeviremediler. Yani bir başkası
çeviremiyor. Yarışma sınavı, bir başka dile çevrilemiyor. Bizim anladığımız
manada çevrilemiyor. Biz rahatlıkla anlayabiliyoruz. Çoktan seçmeli sınavların
en örtülü veya en kritik sorusu “Aşağıdakilerden hangisi benim?” sorusudur.
Yani bunu dolduran herkes aslında böyle bir soruyu da hepimize, bunu üretenlere
sormaktadır. Buna uygun bir yanıt, “Yaş 18” diye bir şarkıda, daha doğrusu bir
film şarkısı da olabilir, Sınav filminde de kullanmış bir şarkıda sanatçı
arkadaşlar burada bir yanıt veriyorlar. Sözleri bizim sıkça kullandığımız
anlamlı mesajlar içermekte.
Yüceltilen akademik başarı bireyde bedensel, duyuşsal,
davranışsal birçok tahribat yaratmakta. Goya’nın bir tablosundan esinlenerek
bunu betimleyelim; Satürn ya da Çocuklarını Yiyen Tanrı, diyor. Dolayısıyla
eğitimde yarışmacı anlayışla akademik başarı yüceltildikçe burada kaygı,
sömürü, yarışma, çatışma, dışlanma, incinme, aşağılanma, ayırımcılık,
yabancılaşma, stres, iletişimsizlik, birçok olumsuz durum, intihar, psikolojik,
fizyolojik şiddet gibi durumlar söz konusu oluyor. Çok anlamlı bir karikatür
olduğu için bunu kullanıyorum. Kısaca okuma şansımız olursa… Havuz problemiyle
karşılaşan gencin algısı, tabii burada kendi dönemine ait bir yorumla güzel bir
betimleme yapılmış. Sonrasında yine çocuklar helak oldu diyoruz ya ama herhangi
bir eylem yapmıyoruz. Yani bunu aslında hepimiz içsel olarak söylüyoruz veya
dıştan da söylüyoruz. Eylemsiziz, yani şu anda eylemsiz bir haldeyiz.
Benim merkezi sınavlarda görev aldığım durumlarda tespit
ettiğim bir şey oldu. Benim de girdiğim oldu ama sıklıkla görev aldığımız
durumlar oluyor. Sanırım burada da merkezi sınavlarda görev alan arkadaşlar
var. Her sınavın gençliğe, çocukluğa, insanlığa yapılmış en ağır bir saldırı
olduğunu düşünüyorum. Yani bunu çok net olarak söyleyebilirim. Çünkü özgüveni
yok eden, yeterli olma duygusunu yok eden, sevilebilir olma duygusunu yok eden
bir uygulama. Sevgili meslektaşım Serdar’ın çok önemli bir çalışması, 3 Saat: Bir ÖSS
Belgeseli adlı bir sinema filmi. Bunu biz tabii mümkün
olduğunca derslerde kullanıyoruz ama yaygın bir kullanım olmadığını biraz önce
kendisiyle de konuştuk. Çok değerli bir çalışma. Orada da katılımcı genç
arkadaşlarımızın yaşadıkları genel travmayı veya duyguları olduğu gibi
açıklamışlar. Çok teşekkür ediyorum kendilerine. Biraz önce sözcüklerde geçti.
Tehdit altında bir çocukluk var. Özgürlük, merak, hayal, yaratıcılık, imgelem
dünyası büyük ölçüde tehdit altında. Buna biz… aşırı bilişsel yük diye bir
ifade literatürde var. Çocuklara biz bir bilişsel yük yüklüyoruz.
Bunun aşırı olduğunu hepimiz biliyoruz. Burada, sanırım Malatya’da da
yaygındır. Mental aritmetik diye bir uydurma söz konusu. Uydurma diyorum
kapitalizmin, neoliberalizmin çocuğun beynine yönelik bir saldırısı. Ancak
buna, üzgünüm eğitimciler buna coşkuyla destek verdiler. Bundan bir türlü
kaçınmamız, belki tövbe etmemiz gerekiyor. Öyle diyeyim de biraz daha uygun
olsun. Dersek tabii… Ben öyle düşünüyorum en azından.
Bir Fransız yazarın Bir Çocuk
Bana Dedi ki şiirinde çok naif bir durum söz konusu. Çocuğun
gökyüzündeki güneşe ait düşüncelerini söyleme durumunu biz büyük ölçüde ortadan
kaldırıyoruz. Yani çocuğun bu betimleme gücünü ortadan kaldırıyoruz. Yine Ollman, Marksizm’e Sıradışı Bir Giriş
adlı eserinde diyalektik düşünmeyi Amerikan temel eğitiminin
yok ettiğini söylüyor. Ben de buna Türkiye’den birisi olarak katılıyorum.
Diyalektik düşünme yeterliliğimizi, çocuğun bu yeterliliğini temel eğitim
ortadan kaldırıyor. Felsefe tanımı aslında felsefe yapmanın, yetişkinlerin
gerçeğe ulaşmaya yönelik çocuksu bir çabası olduğu tanımı her şeyi ortaya
koyuyor. Yani aslında biz burada ne yapıyorsak çocukça veya çocukluk dönemine
ait o düzeye belki ulaşmaya çalışıyoruz. Öyle söyleyeyim. “Ulaşmak” ifadesini
özellikle vurguluyorum. Çocukluğun çalındığı, alınıp satıldığı,
yabancılaştırıldığı bir süreçten geçiyoruz.
Bir lise reklamı gördüm, “hazırlık lisesi”; son nokta.
Kiminse onu söylüyor. Afişte bunu gördüm. Baktım, ne diyor? Dershane ve okul…
“Haftanın altı günü ders” diyor. Şaşırdım, biraz daha baktım. “Sabahtan akşama
ders” diyor. Tabii bunu bir tüccar anlayışıyla söylüyorlar ve işin ilginci şu
cümle çok önemli benim için. Bugün düşünülüp yarın hayata geçirilmiş bir model
değil; eğitimi bilen birçok bilim insanı, eğitimci ve yönetici birçok insanın
iki yıl üzerine çalıştığı bir sistem-miş, mış falan diyoruz. Öyle bir bilimci
varsa burada lütfen çıksın, gitsin. En yakın neresi varsa oraya doğru gitsin.
Yani bu kişilerin aldığı bilimciler nasıl bilimcilerse çocuğu altı gün ders,
akşama kadar ders… Çocukluğundan uzaklaştırıp bunu sermayeye dönüştürecek
anlayışa nasıl destek verdiler bilemiyorum. Öyle bir bilimci tanımıyorum.
Yoktur, bu da bir uydurmadır.
Çalınan çocuklukta şunu da söylüyorlar. Tüm gün, tüm hafta
takip ve kontrol; tüm yıl başarı, bol doküman, modüler ödev sistemi falan,
özgüveni yüksek diyor. Bunu çok anlamış değilim. Anlayan olabilir belki. Bu
uygulamalardan sonra özgüveni yüksek birini nerede, nasıl buluruz onu da
bilemiyorum. Bu sınavların yaratmış olduğu çok önemli sonuçlardan bir tanesi,
Fethiye’de bir annenin intihar eden oğlunu, daha doğrusu şöyle diyelim
çocuğunun dershane parasını ödeyemeyen bir annenin mahpusa girmesi ve çocuğun da
annesini hapisten çıkarmak için bir çaba gösterip çıkaramaması neticesinde
intihar etmesi; Soner Semih Sipahi’nin.
Sanattan yararlanmak bizim için çok önemli biraz önce
söyledim. Aslında benim yirmi beş yıldır üniversitede vermeye çalıştığım
dersleri bir dergi kapağına, mizah dergisi kapağına veren arkadaşlara teşekkür
ediyorum. “Gururluyuz.” diyor patron. “Borcunu hayatıyla ödedi.” dediği bez
afişle bunu ortaya koymuş. Çok değerli bir çalışma benim için. Keşke olmasaydı
böyle bir şey.
Yine ortaokul öğrencisi bir çocuğumuzun yazdığı bir mektup.
Dolayısıyla bu mektupta: “Başarılı olamıyorum ve dedemin yanına gidiyorum. Sizi
seviyorum.” diyor. Aslında biz onu seviyor muyuz? Not hepimize ama böyle bir
durumu nasıl değerlendirdiğimizin aslında ben, çok da tartışmaya açıldığını
düşünmedim. Bunlardan binlercesi var. Ama şu ifade önemli. “Başarılı
olamıyorum.” Ne demekse, bunu nasıl tanımlıyorsak akademik başarıyı yücelterek.
Ayırımlar söz konusu. Kapıcı çocuklarını ayırdıkları yönünde
basından yine birtakım bilgiler var; “Roman çocuklarına ayrı bir sınıf” diye
basına düşen. İtiraz edildi ve reddedildi falan ama bunları hepimiz yine bir
şekilde biliyoruz, görüyoruz. Yine sabah bahsedildi. Adana’da 13 yaşındaki
Ahmet Yıldız adlı çocuğumuzun pres makinesindeki ölümü…
Yarışmacı eğitimde eleme şöyle akıyor. Temel eğitime veya
ilkokula giriyoruz. Ortaokula giderken bir kısmı dökülüyor. Öyle tabiri
söyleyelim; harcanıyor. Liseye, üniversiteye giderken bu süreç hızla aleyhine
gidiyor. Yarışmacı eğitim anlayışının grup sürecine şöyle bir yansıması var.
Grup üyeleri arasında olumsuz bir ilişki yaratıyor. Negatif bir korelasyon
yaratıyor. Atılganlığı yüksek yapıyor ama işbirliğin düşük yapıyor. Rakip tarzı… Yarışmasızlık hali var
mı? Bir Çift Yürek adlı romanda veya kitapta şöyle bir şey anlatılıyor: Sizi
yarıştıracağım ve birinci gelen şu ödülü alacak. Bunlar direniyor,
oradaki yerliler anlamıyor. Diyorlar ki niye yarışıyoruz, birinci gelen ödül
alıyor? Bizim hepimizin ödül alması gerekiyor. Ve son soru çok önemli. Sizin
insanlarınız bunu kabullenebiliyor mu? Biz de bu soruyu hepinize soruyoruz. Biz
rahatlıkla bu yarışmayı çokça kabul ediyoruz ve uyguluyoruz. Hızla “niçin
yarışıyoruz, niçin yarıştırılıyoruz?” sorularına yanıt vererek bitirmeye
çalışacağım.
“Niçin yarışıyoruz, niçin yarıştırılıyoruz?” sorularının
şöyle bir yanıtı var, yaygın ve bilinen bir yanıtı, daha doğrusu neoliberal
yanıtı: Bireysel farklılık alanları var; istihdam alanı sınırlı; kontenjan yok,
yani olanlar da yetersiz ve kaynak da yetersiz gibi kendilerini haklı çıkaran
birtakım açıklamalar var. Oysa gizlenen gerekçede biz şunu biliyoruz ki
kapitalist yaşam biçiminin dayattığı sınırlı veya bu yaşam biçimiyle sınırlı algılanan
eğitim, bireyi yaşama hazırlama işlevine dayalıdır, diyor. Yani biz sadece
meslek kazandırmakla eğitimin bireyi yaşama hazırladığını düşünüyoruz. Oysa
eleştirel pedagojinin önemli kavramı eğitimin bireyi özgürleştirmesidir. Burada
öyle bir durum söz konusu değildir. Sadece meslek kazandırma olgusuyla böyle
bir yarışı haklı çıkarıyorlar. “Bankacı Eğitim Modeli” diyor Paulo Freire; ben
de “Mano Eğitim Modeli” diye bir kavram uydurarak buna atıf yapıp açıklamaya
çalıştım. Çocukların, öğrencilerin edilgen, bağımlı ve yabancılamış olduklarını
çok net olarak görüyoruz. Bunu bir oyun kahramanından esinlenerek yazdım.
Şöyle bir öğrenci aramıyor: “Mürşidin elinde mürit, gassalın
elinde meyyit” şeklinde. Yani ölü yıkayıcının elinde ölü gibi olsun, diyor.
Böyle bir öğrenci aramadığımızı biz her yerde deklare ediyoruz. Özgürleşen,
kendi varlığını öne çıkarabilecek yani edilgen niteliğinden kurtulmuş bir
öğrenci arıyoruz. Bunu da söyleyelim. Dave Hill, bizim eleştirel pedagojide
önemli bir katkı yapan arkadaşlarımızdan, İngiltereli bir arkadaşımız. Şöyle
bir ifade söylüyor.
“Öğretmenler sermayenin bugünkü
hegamonik projesini meşrulaştırmak veya gayrı meşru ilan etme noktasında
bireysel ve kolektif güce sahiptirler.” Gerçekten öyleyiz. Buradaki
arkadaşlarım kesinlikle öyle ama “Hangi öğretmenler?” sorusunu soruyoruz. Bu
öğretmenlerin buradaki öğretmenler olduğuna inanıyorum ama söylemek
durumundayım. Şöyle bir şey yazmaya çalıştım: Bütün mesleklerde yemin var.
Bizim mesleğimizdeki, eğitimcilerinki genel anlamda memuriyet yemini. Aslında üç, dört ifadeyle… “Çocuğun her
koşulda üstün yararını gözeteceğime, iyi ve temel eğitimin olanaksız olduğu
koşullarda öğretmeyeceğime, çocuk gönencini yüceltmek için çalışacağıma,
herhangi bir kişi ya da grubun işime müdahalesini reddedeceğime…” söz
verebilen bir öğretmen.
Buradan iki temel kavram çıkaracağım. İyi temel eğitimi
yazmıştık. Bunu özellikle erişim, içerik, işleyiş ve ortam açısından
söyleyeceğiz. Bir de coşkulu çocukluk var. O da neoliberal politikaların
tehdidi altında söylendi. Bir durumu söyleyerek bitirmeye çalışacağım. Selçuk
Üniversitesi’nde, daha doğrusu bu çocuk gönenci kavramını araştırırken bir
proje yapıyorduk. Adını çocuk gönenci koyarak Türkiye’de böyle şeyler var mı
yok mu diye bakıyoruz veya ne yapabiliriz, diye. Hacettepe ve Gazi
Üniversitelerindeki eğitim fakültelerinde ders veren birisi olarak; çocuk
hakları, çocuk gönenci veya eğitim hakkı gibi bağımsız bir dersin olmadığını
hepimiz biliyoruz. Burada da yoktur, başka yerlerde de yoktur. Ama burada
okunuyor mu bilmiyorum; Veteriner Fakültesi’nde “Hayvan Gönenci” diye bir derse
rastladım. Mutlu oldum, üzüldüm, burukluk yaşadım. Karışık bir ruh hali
içerisindeyim. Çocuk gönencini çok öne çıkarıp bunu her yerde içini doldurarak
yerleştirmemiz gerekiyor.
Eşitlikçi kamusal eğitime dönüş için kamu yönetimi, kamu
hizmeti, kamu yararı gibi yurttaş ve kamu kurumu niteliklerini korumalıyız. İki
tane iyi karar var. Bunları da söyleyeyim. AİHM, devlet yetki alanları içindeki
herkese belli bir zamanda mevcut olan eğitim kurumlarına erişim hakkı
vermelidir, diyor. Bu bir mahkeme kararı. Bunu ne denli biz biliyor, uyguluyor
veya peşinden gidiyoruz. Konya’da bir insan hakları komisyonu güzel, ilginç bir
karar aldı. Bunu da paylaşayım sizinle: Öğrenciyi nota göre sınıflamak insan hakları
ihlalidir. Tabii bunu biz söylüyoruz da bunu böyle bir kurumun
söylemesi de önemli. Ama bütün okullarımız nota göre, akademik başarıya göre A
sınıfı, B sınıfı kategorileri yapıyorlar. Bunu da hepimiz biliyoruz.
Eleştirel eğitim yoksunluğundan kısaca bahsedeyim. Eleştirel
eğitim konusunda Eleştirel Pedagoji dergisinde uzun yıllardr birtakım
çalışmalar yapmaya çalışıyoruz; altı yıldır. Burada katkı veren çok arkadaşımız
var. Ancak eleştirel eğitimi ve eleştirel pedagojiyi daha çok söylemek tartışmak,
konuşmak, büyütmek zorundayız. Bunu da söylemiş olayım. Belki derginin buraya
çağırılmamış olmasını da küçük bir bilgi olarak, ayrıca davet edilmemiş
olmasını da söyleyeyim.
Aslında Eric Fromm’un okula
yönelik şöyle bir ifadesiyle bitirelim; “olabilmek’için sahip olmak kökenli tüm
davranış biçimlerinden vazgeçmeye hazır bir yer olmalıdır.” diyor. Bunun
içinde yarışma yoktur ve yine La Fontaine masalında şöyle bir laf
söylüyor; çocukla öğretmen arasında geçen bir diyaloğunda. Nehre düşüyor çocuk.
Çocuğu kurtarmadan evvel bayağı nutuk çekiyor. “Be adam! Önce çocuğu kurtar
sonra çekersin nutuğu.” Aslında ben de çok nutuk çekmeden önce çocukları
kurtarmalıyız veya çocuklarının kurtuluşu için çabalamalıyız, diyorum. Sabrınız
için hepinize teşekkür ediyorum, sağ olun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder