8 Şubat 2022 Salı

Bildiri: Pink Floyd -Another Brick In The Wall- Eşliğinde Okulda Şiddeti Konuşmak


 

Baskı, İstismar ve Şiddetten Arınmış Demokratik Okul

*URAL, Ayhan. (2013). Pink Floyd- Another Brick In The Wall- Eşliğinde Okulda Şiddeti Konuşmak. Baskı, İstismar ve Şiddetten Arınmış Demokratik Okul Sempozyumu Eğitim Sen 18 Mayıs Ankara / Türkiye

Baskı, İstismar ve Şiddetten Arınmış Demokratik Okul*

5. Demokratik Eğitim Kurultayı Eğitimde Şiddet Komisyonu tarafından düzenlenen “Baskı, İstismar ve Şiddetten Arınmış Demokratik Toplum” başlıklı sempozyum 18 Mayıs’ta gerçekleştirildi. https://www.turkiyeegitim.com/baski-istismar-ve-siddetten-arinmis-demokratik-okul-47085h.htm
Tüm Bel Sen Genel Merkezi`nde gerçekleştirilen sempozyumun açılış konuşmasını Merkez Kadın Sekreterimiz Sakine Esen Yılmaz yaptı.  Yılmaz, konuşmasında okullarda yaşanan şiddetin okul bileşenlerini ciddi olarak etkilediğini; bu nedenle okullardaki şiddetin konuşulmasının anlamlı olduğunu dile getirdi. 
Prof. Dr. Fevzi Uluğ`un oturum başkanlığında gerçekleşen sempozyumun ilk oturumunun ilk konuşmacısı Prof. Dr. Kadriye Bakırcı, eğitim ortamından mobbingi anlattı. Bakırcı, mobbing, toplumsal ya da örgütsel iktidara sahip olanların, çoğunlukta olanların azınlıkta olanlara, işlerinde maliyeti yüksek olanlara uygulanır" diyerek mobbingin bir iktidar sorunu olduğunu ifade etti. 
Çocuk kitaplarına yansıyan şiddete ilişkin konuşmasını yapan Prof. Dr. Sedat Sever ise çocukların tek özgürlük alanı olan edebiyat ve sanata yansıyan şiddetin onların ruh sağlığını ciddi bir biçimde etkilediğini belirtti. Sever, çocukları aşırı ahlak değerlerine bağlayan, çocuğun öykünebileceği kahramanların şiddet uygulamasının, çocuğun şiddet yoluyla sorun çözebileceğine inanmasına neden olduğunu dile getirdi. Ders kitaplarından şiddet örneklerini de okuyarak örnekler veren Sever, demokratik toplumun düşünen bireylerinin bu duyarlılığa göre şekilleneceğini de ifade etti. 
Doç. Dr. Tezcan Durna, "Medya ve Şiddet" başlıklı sunumuyla, şiddetin medya aracılığıyla yeniden üretimini anlattı. Durna, görsel medyanın şiddeti yaygınlaştıran söylemi ve kullandığı görsel materyallerle kapalı ve gerçeğin kendisini alt söylemiyle verdiğini dile getirdi. 
İlk oturumun son konuşmacısı Yrd. Doç. Dr. Ayhan Ural ise Pink Floyd`un Another Brick İn The Wall klibinin gösterimini yaparak sunumuna başladı; okullardaki şiddetin sadece fiziksel olmadığını, okulun eğitimi ve öğrencileri çevreleyen bir baskı ve şiddet ortamı olarak düzenlendiğini ifade etti. 
Aydın Afacan`ın moderatörlüğünde gerçekleşen ikinci oturumda ise Prof. Dr. Nejla Kurul, konuşmasını, toplumsal barışın okullardaki karşılığı üzerine yaptı. Kurul, okullarda var olan baskı ve şiddetin toplumdan ayrı düşünülemeyeceğini dile getirdi. Kurul`un ardından söz alan Doç. Dr. Metin Pişkin ise "Okullarda Şiddet ve Önleme Stratejileri", Prof. Dr. Serdar Değirmencioğlu "Demokratik Okul Düş Değil", Prof. Dr. Adnan Gümüş de "Eğitimde Şiddete Sosyolojik Açıdan Bakmak" başlıklı konuşmalarını yaptılar.

https://www.turkiyeegitim.com/baski-istismar-ve-siddetten-arinmis-demokratik-okul-47085h.htm 


Bildiri: Türkiye'de Yarışmacı Eğitim Politikaları ve Sonuçları








*URAL, Ayhan. (2014). Türkiye'de Yarışmacı Eğitim Politikaları ve Sonuçları. Davetli Konuşmacı. Kapitalizm ve Paternalizm Kıskacında Çocuk: Türkiye'de Çocuklara İlişkin Alternatif Politika Arayışı Uluslararası Sempozyumu. Eğitim Sen. Malatya / Türkiye. 29-30 Kasım. Sempozyum Kitabı. Sayfa: 145-150 

 http://egitimsen.org.tr/wp-content/uploads/2016/04/Kapitalizm-ve-Paternalizm-K%C4%B1skac%C4%B1nda-%C3%87ocuk.pdf 


TÜRKİYE’DE YARIŞMACI EĞİTİM POLİTİKALARI ve SONUÇLARI*

Bu bildirinin yazılı metni Sempozyum Düzenleme Kurulu’na iletilmediğinden konuşma kayıtlarından çözümleme yapılmıştır.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Düzenleyenlere, katkısı olanlara, sizlere teşekkür ediyorum. Kısa bir zaman dilimi içerisinde ben de düşüncelerimi sizinle paylaşmak istiyorum. Son konuşmacı olmak bu açıdan bir avantaj olabilir; belki sonu açık olması nedeniyle bir baskı oluşmaz. Ben de zamana uymaya çalışacağım.

Oldukça karmaşık ve çok boyutlu bir konuyu tartışmaya açıyoruz: “Yarışmacı Eğitim Politikaları”. Sanırım şu ana kadar burada konuşulanlar çok önemli olmakla birlikte benim konuşacağım konu biraz daha eğitimsel bir nitelik taşıması nedeniyle hepimizi daha çok bilgilendiriyor olabilir; öyle bir umut taşıyorum. Öğretmenlere, eğitimcilere, genel anlamda herkese söyleyeceklerimiz olabilir veya buradan çıkarımlar bulabileceğiz.

Şöyle bir başlıklandırma yaptım. Türkiye’deki yarışmacı eğitim politikaları üzerine bakalım dedik. Tabii bu benim daha önceden yürütmekte olduğum birtakım çalışmalar sonucu oluştu. Şimdiye kadarki konuşmacılardan şöyle bir şey hissettim. Yani “Bu başlık bana verildi, önerildi, ulaştı…” gibi. Ama benim başlığım orijinal olarak bana ait. Dolayısıyla bu konuda daha öncesinden beri çalışmalar yürütmekteyim. Türkiye’deki yarışmacı eğitim politikalarını değişik şekillerde tartışmaya açıyoruz. Eğitimsel bir nitelik taşıyor bu çalışma. Yani literatürdeki temel kavramlar üzerinden birtakım bilgilere ulaşarak bunların sahada, uygulamada nasıl gerçekleştirildiğini de sizlere açıklamaya çalışacağız.

Şimdi, doğal olarak eğitimi temel bir insan hakkı olarak kabul ettikten sonra böyle bir başlangıç yapacağım. Bu temel bir insan hakkı olma niteliğini de hepinizin bildiği gibi uluslararası sözleşmeler, burada bağlayıcı bir karar niteliği taşıyor. Devlet olarak siz bu sözleşmelere imza attığınızda doğal olarak bunun gereğini de yerine getirme mecburiyetiniz var. Ama hiç de öyle olmayan ve hiç de öyle olmayacak uygulamalara da rastlayacağız, göreceğiz. Özellikle 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ve sonrasında 12 Eylül Darbesi’yle beraber Türkiye büyük ölçüde piyasalaşan ve neoliberal kararların benimsenip yaşama geçirildiği bir alan oldu. Doğal olarak bu, toplumsal yaşamın bütün alanlarına yansıdığı gibi eğitim alanına da yansıdı ve şunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz; 1980 sonrası Türkiye’deki eğitim sistemi daha çok ayırımcı, daha çok seçkinci, eleyici, dışlayıcı, eşitsiz, muhafazakâr, cinsel yönelimli, piyasacı ve yarışmacı bir nitelik taşımakta. Ben bunların hepsinin birbirine etki ettiklerini düşünerek yarışmacı niteliği biraz daha öne çıkaracağım ama her boyutu tartışmaya açık veya o konular üzerinde de birtakım belgeler, bilgiler söz konusu.

Eğitimin yarışmacı, eşitsiz, ayırımcı ve seçkinci olduğunu söyledik. Bunun tabii nasıl oluştuğu yönünde şöyle bir döngüyle ifade etmeye çalışıyorum. Sanırım kavramlar, biraz ben uydurdum diyelim, böyle biraz daha tabii literatürde olmayan bir şeyi söyleme mecburiyetimiz var, bunu söylemek için de zorlandığımız durumlar oluyor. Kusura bakmayın. Yani kusurlu kamusaleğitim diye bir şey demek zorunda kaldık. Kusurlu kamusal eğitim, detaylıolarak tarafımdan açıklandı. Yani bununla ilgili yazdığımız şeyler var ama şu anda hepimizin anlayabileceği ya da benim söyleyebileceğim şekliyle kamusal eşitlikçi bir eğitimin üretilmediği her ortamı kusurlu kamusal eğitim olarak görüyoruz ve bunun da doğurduklarının farklı alanlara nasıl yansıdığını izliyoruz. Dolayısıyla yarışmacı eğitim anlayışı büyük ölçüde kusurlu eğitim anlayışının doğurduğu bir sonuçtur. Buradan hareketle yarışmacı, eşitsiz, ayırımcı, seçkinci eğitimi biz okullarda kademelendirme veya okullarda farklılaştırma üzerinde çok net olarak görebiliyoruz. Şu anda neredeyse Fen Lisesi, Anadolu Lisesi, Meslek Lisesi, Genel Lise -gerçi Anadolu Lisesine dönüştürüldü- İmam-Hatip Lisesi, Açıköğretim Lisesi gibi birçok farklı durum söz konusudur. Konuşmacı arkadaşlarımız çok belirttiler; yani burada sınıfsal bir durumu açık olarak tanımlayan yine uygulamalar söz konusu.

Yarışmacı eğitim anlayışı diye bir anlayışı, yani zorlama bir ifadeyle tanımlamaya çalıştık. Yani bunun literatürde çok yaygın olmadığı için zorlama diyorum. Değişik gönüllülerle ortaya koymaya çalışıyoruz. Belki de ben de, siz de yani sizi suçlamak istemiyorum ama yarışmacı eğitim anlayışı içerisinde bir rol üstlenmiş bulunuyoruz. Yani direnenler de bir rol üstleniyor, destekleyenler de bir rol üstleniyor. Böyle bir anlayışın içerisinde bulunuyoruz. Onu söylemeye çalışıyorum. Bunun yansımaları, etkileri, sonuçları nasıl? Sınavlarda bir artış söz konusu, akademik başarıyı önceleyen bir anlayış söz konusu. Özgürlükleri kısıtlıyor, çocuk gönencini tehdit ediyor, toplumsal soyutlanma yapıyor, yoksul bırakma yapıyor, özgeci davranışları yok ediyor ve uzaklaştırıyor. Şimdi bunu tabii ben bir uluslararası sempozyumda konuştum; buradaki anlamsız ifadeyi veya ifadeleri gösterdiğimde Türkiye’deki arkadaşlarımız rahatlıkla bunu çözümleyebiliyorlar ama bunu yabancı arkadaşlarımızın anlamlandırması zor. Çevirisine bakınız dememin nedeni o. Şu anda böyle bir ihtiyacımız yok. Herkes rahatlıkla bu ifadeyi anlıyor. Yine Eğitim Sen tarafından yapılan bir araştırmadan aldığım bir bilgi var. 139 sınav yapılıyor üniversiteyi bitirene kadar; Türkiye’de bir öğrencinin girdiği ortalama sınav sayısı. Tabii burada PDR (Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik) uzmanı arkadaşlarımız ve farklı alanlarda arkadaşlarımız var. Bunun bir bireyi nasıl etkilediğini ben de söylemeye çalışacağım. PISA’yı ben sınav olarak değerlendirmiyorum. Toplumda böyle bir algı var. Dolayısıyla bunu ortaya koymak zorundayım. PISA’yı araştırma olarak görüyoruz ama uygulamalarından dolayı sınav olması da söz konusu.

İlginç bir reklam veya afişten aldım; yarışma sınavı. Bunu da çeviremediler. Yani bir başkası çeviremiyor. Yarışma sınavı, bir başka dile çevrilemiyor. Bizim anladığımız manada çevrilemiyor. Biz rahatlıkla anlayabiliyoruz. Çoktan seçmeli sınavların en örtülü veya en kritik sorusu “Aşağıdakilerden hangisi benim?” sorusudur. Yani bunu dolduran herkes aslında böyle bir soruyu da hepimize, bunu üretenlere sormaktadır. Buna uygun bir yanıt, “Yaş 18” diye bir şarkıda, daha doğrusu bir film şarkısı da olabilir, Sınav filminde de kullanmış bir şarkıda sanatçı arkadaşlar burada bir yanıt veriyorlar. Sözleri bizim sıkça kullandığımız anlamlı mesajlar içermekte.

Yüceltilen akademik başarı bireyde bedensel, duyuşsal, davranışsal birçok tahribat yaratmakta. Goya’nın bir tablosundan esinlenerek bunu betimleyelim; Satürn ya da Çocuklarını Yiyen Tanrı, diyor. Dolayısıyla eğitimde yarışmacı anlayışla akademik başarı yüceltildikçe burada kaygı, sömürü, yarışma, çatışma, dışlanma, incinme, aşağılanma, ayırımcılık, yabancılaşma, stres, iletişimsizlik, birçok olumsuz durum, intihar, psikolojik, fizyolojik şiddet gibi durumlar söz konusu oluyor. Çok anlamlı bir karikatür olduğu için bunu kullanıyorum. Kısaca okuma şansımız olursa… Havuz problemiyle karşılaşan gencin algısı, tabii burada kendi dönemine ait bir yorumla güzel bir betimleme yapılmış. Sonrasında yine çocuklar helak oldu diyoruz ya ama herhangi bir eylem yapmıyoruz. Yani bunu aslında hepimiz içsel olarak söylüyoruz veya dıştan da söylüyoruz. Eylemsiziz, yani şu anda eylemsiz bir haldeyiz.

Benim merkezi sınavlarda görev aldığım durumlarda tespit ettiğim bir şey oldu. Benim de girdiğim oldu ama sıklıkla görev aldığımız durumlar oluyor. Sanırım burada da merkezi sınavlarda görev alan arkadaşlar var. Her sınavın gençliğe, çocukluğa, insanlığa yapılmış en ağır bir saldırı olduğunu düşünüyorum. Yani bunu çok net olarak söyleyebilirim. Çünkü özgüveni yok eden, yeterli olma duygusunu yok eden, sevilebilir olma duygusunu yok eden bir uygulama. Sevgili meslektaşım Serdar’ın çok önemli bir çalışması, 3 Saat: Bir ÖSS Belgeseli adlı bir sinema filmi. Bunu biz tabii mümkün olduğunca derslerde kullanıyoruz ama yaygın bir kullanım olmadığını biraz önce kendisiyle de konuştuk. Çok değerli bir çalışma. Orada da katılımcı genç arkadaşlarımızın yaşadıkları genel travmayı veya duyguları olduğu gibi açıklamışlar. Çok teşekkür ediyorum kendilerine. Biraz önce sözcüklerde geçti. Tehdit altında bir çocukluk var. Özgürlük, merak, hayal, yaratıcılık, imgelem dünyası büyük ölçüde tehdit altında. Buna biz… aşırı bilişsel yük diye bir ifade literatürde var. Çocuklara biz bir bilişsel yük yüklüyoruz. Bunun aşırı olduğunu hepimiz biliyoruz. Burada, sanırım Malatya’da da yaygındır. Mental aritmetik diye bir uydurma söz konusu. Uydurma diyorum kapitalizmin, neoliberalizmin çocuğun beynine yönelik bir saldırısı. Ancak buna, üzgünüm eğitimciler buna coşkuyla destek verdiler. Bundan bir türlü kaçınmamız, belki tövbe etmemiz gerekiyor. Öyle diyeyim de biraz daha uygun olsun. Dersek tabii… Ben öyle düşünüyorum en azından.

Bir Fransız yazarın Bir Çocuk Bana Dedi ki şiirinde çok naif bir durum söz konusu. Çocuğun gökyüzündeki güneşe ait düşüncelerini söyleme durumunu biz büyük ölçüde ortadan kaldırıyoruz. Yani çocuğun bu betimleme gücünü ortadan kaldırıyoruz. Yine Ollman, Marksizm’e Sıradışı Bir Giriş adlı eserinde diyalektik düşünmeyi Amerikan temel eğitiminin yok ettiğini söylüyor. Ben de buna Türkiye’den birisi olarak katılıyorum. Diyalektik düşünme yeterliliğimizi, çocuğun bu yeterliliğini temel eğitim ortadan kaldırıyor. Felsefe tanımı aslında felsefe yapmanın, yetişkinlerin gerçeğe ulaşmaya yönelik çocuksu bir çabası olduğu tanımı her şeyi ortaya koyuyor. Yani aslında biz burada ne yapıyorsak çocukça veya çocukluk dönemine ait o düzeye belki ulaşmaya çalışıyoruz. Öyle söyleyeyim. “Ulaşmak” ifadesini özellikle vurguluyorum. Çocukluğun çalındığı, alınıp satıldığı, yabancılaştırıldığı bir süreçten geçiyoruz.

Bir lise reklamı gördüm, “hazırlık lisesi”; son nokta. Kiminse onu söylüyor. Afişte bunu gördüm. Baktım, ne diyor? Dershane ve okul… “Haftanın altı günü ders” diyor. Şaşırdım, biraz daha baktım. “Sabahtan akşama ders” diyor. Tabii bunu bir tüccar anlayışıyla söylüyorlar ve işin ilginci şu cümle çok önemli benim için. Bugün düşünülüp yarın hayata geçirilmiş bir model değil; eğitimi bilen birçok bilim insanı, eğitimci ve yönetici birçok insanın iki yıl üzerine çalıştığı bir sistem-miş, mış falan diyoruz. Öyle bir bilimci varsa burada lütfen çıksın, gitsin. En yakın neresi varsa oraya doğru gitsin. Yani bu kişilerin aldığı bilimciler nasıl bilimcilerse çocuğu altı gün ders, akşama kadar ders… Çocukluğundan uzaklaştırıp bunu sermayeye dönüştürecek anlayışa nasıl destek verdiler bilemiyorum. Öyle bir bilimci tanımıyorum. Yoktur, bu da bir uydurmadır.

Çalınan çocuklukta şunu da söylüyorlar. Tüm gün, tüm hafta takip ve kontrol; tüm yıl başarı, bol doküman, modüler ödev sistemi falan, özgüveni yüksek diyor. Bunu çok anlamış değilim. Anlayan olabilir belki. Bu uygulamalardan sonra özgüveni yüksek birini nerede, nasıl buluruz onu da bilemiyorum. Bu sınavların yaratmış olduğu çok önemli sonuçlardan bir tanesi, Fethiye’de bir annenin intihar eden oğlunu, daha doğrusu şöyle diyelim çocuğunun dershane parasını ödeyemeyen bir annenin mahpusa girmesi ve çocuğun da annesini hapisten çıkarmak için bir çaba gösterip çıkaramaması neticesinde intihar etmesi; Soner Semih Sipahi’nin.

Sanattan yararlanmak bizim için çok önemli biraz önce söyledim. Aslında benim yirmi beş yıldır üniversitede vermeye çalıştığım dersleri bir dergi kapağına, mizah dergisi kapağına veren arkadaşlara teşekkür ediyorum. “Gururluyuz.” diyor patron. “Borcunu hayatıyla ödedi.” dediği bez afişle bunu ortaya koymuş. Çok değerli bir çalışma benim için. Keşke olmasaydı böyle bir şey.

Yine ortaokul öğrencisi bir çocuğumuzun yazdığı bir mektup. Dolayısıyla bu mektupta: “Başarılı olamıyorum ve dedemin yanına gidiyorum. Sizi seviyorum.” diyor. Aslında biz onu seviyor muyuz? Not hepimize ama böyle bir durumu nasıl değerlendirdiğimizin aslında ben, çok da tartışmaya açıldığını düşünmedim. Bunlardan binlercesi var. Ama şu ifade önemli. “Başarılı olamıyorum.” Ne demekse, bunu nasıl tanımlıyorsak akademik başarıyı yücelterek.

Ayırımlar söz konusu. Kapıcı çocuklarını ayırdıkları yönünde basından yine birtakım bilgiler var; “Roman çocuklarına ayrı bir sınıf” diye basına düşen. İtiraz edildi ve reddedildi falan ama bunları hepimiz yine bir şekilde biliyoruz, görüyoruz. Yine sabah bahsedildi. Adana’da 13 yaşındaki Ahmet Yıldız adlı çocuğumuzun pres makinesindeki ölümü…

Yarışmacı eğitimde eleme şöyle akıyor. Temel eğitime veya ilkokula giriyoruz. Ortaokula giderken bir kısmı dökülüyor. Öyle tabiri söyleyelim; harcanıyor. Liseye, üniversiteye giderken bu süreç hızla aleyhine gidiyor. Yarışmacı eğitim anlayışının grup sürecine şöyle bir yansıması var. Grup üyeleri arasında olumsuz bir ilişki yaratıyor. Negatif bir korelasyon yaratıyor. Atılganlığı yüksek yapıyor ama işbirliğin düşük yapıyor. Rakip tarzı… Yarışmasızlık hali var mı? Bir Çift Yürek adlı romanda veya kitapta şöyle bir şey anlatılıyor: Sizi yarıştıracağım ve birinci gelen şu ödülü alacak. Bunlar direniyor, oradaki yerliler anlamıyor. Diyorlar ki niye yarışıyoruz, birinci gelen ödül alıyor? Bizim hepimizin ödül alması gerekiyor. Ve son soru çok önemli. Sizin insanlarınız bunu kabullenebiliyor mu? Biz de bu soruyu hepinize soruyoruz. Biz rahatlıkla bu yarışmayı çokça kabul ediyoruz ve uyguluyoruz. Hızla “niçin yarışıyoruz, niçin yarıştırılıyoruz?” sorularına yanıt vererek bitirmeye çalışacağım.

“Niçin yarışıyoruz, niçin yarıştırılıyoruz?” sorularının şöyle bir yanıtı var, yaygın ve bilinen bir yanıtı, daha doğrusu neoliberal yanıtı: Bireysel farklılık alanları var; istihdam alanı sınırlı; kontenjan yok, yani olanlar da yetersiz ve kaynak da yetersiz gibi kendilerini haklı çıkaran birtakım açıklamalar var. Oysa gizlenen gerekçede biz şunu biliyoruz ki kapitalist yaşam biçiminin dayattığı sınırlı veya bu yaşam biçimiyle sınırlı algılanan eğitim, bireyi yaşama hazırlama işlevine dayalıdır, diyor. Yani biz sadece meslek kazandırmakla eğitimin bireyi yaşama hazırladığını düşünüyoruz. Oysa eleştirel pedagojinin önemli kavramı eğitimin bireyi özgürleştirmesidir. Burada öyle bir durum söz konusu değildir. Sadece meslek kazandırma olgusuyla böyle bir yarışı haklı çıkarıyorlar. “Bankacı Eğitim Modeli” diyor Paulo Freire; ben de “Mano Eğitim Modeli” diye bir kavram uydurarak buna atıf yapıp açıklamaya çalıştım. Çocukların, öğrencilerin edilgen, bağımlı ve yabancılamış olduklarını çok net olarak görüyoruz. Bunu bir oyun kahramanından esinlenerek yazdım.

Şöyle bir öğrenci aramıyor: “Mürşidin elinde mürit, gassalın elinde meyyit” şeklinde. Yani ölü yıkayıcının elinde ölü gibi olsun, diyor. Böyle bir öğrenci aramadığımızı biz her yerde deklare ediyoruz. Özgürleşen, kendi varlığını öne çıkarabilecek yani edilgen niteliğinden kurtulmuş bir öğrenci arıyoruz. Bunu da söyleyelim. Dave Hill, bizim eleştirel pedagojide önemli bir katkı yapan arkadaşlarımızdan, İngiltereli bir arkadaşımız. Şöyle bir ifade söylüyor.

“Öğretmenler sermayenin bugünkü hegamonik projesini meşrulaştırmak veya gayrı meşru ilan etme noktasında bireysel ve kolektif güce sahiptirler.” Gerçekten öyleyiz. Buradaki arkadaşlarım kesinlikle öyle ama “Hangi öğretmenler?” sorusunu soruyoruz. Bu öğretmenlerin buradaki öğretmenler olduğuna inanıyorum ama söylemek durumundayım. Şöyle bir şey yazmaya çalıştım: Bütün mesleklerde yemin var. Bizim mesleğimizdeki, eğitimcilerinki genel anlamda memuriyet yemini. Aslında üç, dört ifadeyle… “Çocuğun her koşulda üstün yararını gözeteceğime, iyi ve temel eğitimin olanaksız olduğu koşullarda öğretmeyeceğime, çocuk gönencini yüceltmek için çalışacağıma, herhangi bir kişi ya da grubun işime müdahalesini reddedeceğime…” söz verebilen bir öğretmen.

Buradan iki temel kavram çıkaracağım. İyi temel eğitimi yazmıştık. Bunu özellikle erişim, içerik, işleyiş ve ortam açısından söyleyeceğiz. Bir de coşkulu çocukluk var. O da neoliberal politikaların tehdidi altında söylendi. Bir durumu söyleyerek bitirmeye çalışacağım. Selçuk Üniversitesi’nde, daha doğrusu bu çocuk gönenci kavramını araştırırken bir proje yapıyorduk. Adını çocuk gönenci koyarak Türkiye’de böyle şeyler var mı yok mu diye bakıyoruz veya ne yapabiliriz, diye. Hacettepe ve Gazi Üniversitelerindeki eğitim fakültelerinde ders veren birisi olarak; çocuk hakları, çocuk gönenci veya eğitim hakkı gibi bağımsız bir dersin olmadığını hepimiz biliyoruz. Burada da yoktur, başka yerlerde de yoktur. Ama burada okunuyor mu bilmiyorum; Veteriner Fakültesi’nde “Hayvan Gönenci” diye bir derse rastladım. Mutlu oldum, üzüldüm, burukluk yaşadım. Karışık bir ruh hali içerisindeyim. Çocuk gönencini çok öne çıkarıp bunu her yerde içini doldurarak yerleştirmemiz gerekiyor.

Eşitlikçi kamusal eğitime dönüş için kamu yönetimi, kamu hizmeti, kamu yararı gibi yurttaş ve kamu kurumu niteliklerini korumalıyız. İki tane iyi karar var. Bunları da söyleyeyim. AİHM, devlet yetki alanları içindeki herkese belli bir zamanda mevcut olan eğitim kurumlarına erişim hakkı vermelidir, diyor. Bu bir mahkeme kararı. Bunu ne denli biz biliyor, uyguluyor veya peşinden gidiyoruz. Konya’da bir insan hakları komisyonu güzel, ilginç bir karar aldı. Bunu da paylaşayım sizinle: Öğrenciyi nota göre sınıflamak insan hakları ihlalidir. Tabii bunu biz söylüyoruz da bunu böyle bir kurumun söylemesi de önemli. Ama bütün okullarımız nota göre, akademik başarıya göre A sınıfı, B sınıfı kategorileri yapıyorlar. Bunu da hepimiz biliyoruz.

Eleştirel eğitim yoksunluğundan kısaca bahsedeyim. Eleştirel eğitim konusunda Eleştirel Pedagoji dergisinde uzun yıllardr birtakım çalışmalar yapmaya çalışıyoruz; altı yıldır. Burada katkı veren çok arkadaşımız var. Ancak eleştirel eğitimi ve eleştirel pedagojiyi daha çok söylemek tartışmak, konuşmak, büyütmek zorundayız. Bunu da söylemiş olayım. Belki derginin buraya çağırılmamış olmasını da küçük bir bilgi olarak, ayrıca davet edilmemiş olmasını da söyleyeyim.

Aslında Eric Fromm’un okula yönelik şöyle bir ifadesiyle bitirelim; “olabilmek’için sahip olmak kökenli tüm davranış biçimlerinden vazgeçmeye hazır bir yer olmalıdır.” diyor. Bunun içinde yarışma yoktur ve yine La Fontaine masalında şöyle bir laf söylüyor; çocukla öğretmen arasında geçen bir diyaloğunda. Nehre düşüyor çocuk. Çocuğu kurtarmadan evvel bayağı nutuk çekiyor. “Be adam! Önce çocuğu kurtar sonra çekersin nutuğu.” Aslında ben de çok nutuk çekmeden önce çocukları kurtarmalıyız veya çocuklarının kurtuluşu için çabalamalıyız, diyorum. Sabrınız için hepinize teşekkür ediyorum, sağ olun.

Okul Sistemleri ve Okulların Kademelendirilmesi Üzerine Düşünceler

* Ural, Ayhan (2023). Okul Sistemleri ve Okulların Kademelendirilmesi Üzerine Düşünceler. Eleştirel Pedagoji Dergisi. Sayı: 74 . http://www....