Ural,
Ayhan. (2020). Eğitim Politikalarının
Ürettiği Eşitsizlikler Üzerine. Söyleşi: Birol Alğan. Nirvana Sosyal
Bilimler Sitesi. Yayın Tarihi: 15 Ağustos.
Birol
Alğan: Sayın Ural, görüşme talebimi kabul ettiğiniz için
teşekkür ederim.
Ayhan
Ural: Ben teşekkür ederim, bu fırsatı verdiğiniz için.
Birol
Alğan: Toplumsal bir olgu olan eğitim, içine kurulduğu
toplumsal zeminin özellikleri ile yakından ilişkilidir. Bu bağlamda eğitimin
toplumu oluşturan farklı sınıf, grup ya da kimliklerin ihtiyaçlarına ne derece
yanıt verebildiğinin değerlendirilebilmesi, eğitimin içeriğiyle birlikte
toplumsal yapının da bilinmesiyle mümkündür. Size göre eğitimin içine
yerleştirildiği zemin olarak Türkiye toplumunun özellikleri nelerdir?
Ayhan
URAL: Türkiye toplumunun özelliklerini belirlemek için
genel kabul görmüş toplumsal çözümleme yöntemlerine başvurabiliriz. Bunlar ise
ekonomik ve sosyal göstergeler olarak gruplandırılabilir. İfade edilen iki
alanda da ulusal ve uluslararası düzeyde, resmi ve resmi olmayan -bağımsız-,
sürekli ve kesikli birçok bülten, rapor türünden birçok bilimsel çalışma, yayın
yapılmaktadır. Ayrıca çeşitli bilim dallarında yürütülen bilimsel çalışma
sonuçları, herhangi bir toplumun özelliklerini anlamamız için yeterli veriyi
sunmaktadır. Burada dikkat etmemiz gereken nokta, toplumsal yapının bir bütün
olduğudur. Toplumu sadece ekonomik göstergeler üzerinden okumamalıyız. Ekonomi
ve kültürü, coğrafi etkenleri, siyasal yapıyı birlikte değerlendirmeliyiz. Bu
bütüncül yaklaşım çeşitli biçimlerde ihmal edilmektedir. Bu durum şu anda
gözlemlediğimiz toplumsal özelliklere ilişkin verilerin yorumlanmasına ilişkin
bilimdışı –öznel- yorumlamaların kapısını sonuna kadar açık tutmaktadır.
Gerçekliğin bilgisine dayalı, nesnel tartışmalar doğal olarak
gölgelenebilmektedir. Örneğin Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir
miktarına ilişkin Ticaret Bakanlığı, Türkiye İstatistik Kurumu, emek örgütleri
ve uluslararası örgütlerce yapılan hesaplamalar, farklı kişi ve kurumlarca
farklı yorumlanabilmektedir. 2020 yılı verilerine göre kişi başına düşen milli gelirin
200.000 Amerikan Doları seviyesine yaklaşan ülkelerin yanında Türkiye’nin
10.000. Amerikan Doları seviyesinin altına düşmüş olması -yirmi kata yakın bir
fark- bazıları için bir sorun teşkil etmeyebilmektedir. Açlık ve yoksulluk
sınırı hesaplamalarının altında aylık gelirle yaşam sürmeye çalışanlara ilişkin
verilerin yorumlanmasında da bu gibi farlılıklar olabilmektedir. Uluslararası eğitim
araştırmalarının sonuçları -PISA, PIAAC, TIMMS, ABİDE gibi- üzerinden yapılan
yorumlarda da benzer sorunlar gözlenmektedir. Türkiye eğitim sistemine ilişkin
bunca olumsuz sonuç bütün çıplaklığıyla ortadayken, elmastan kıymetli bir eğitim
sistemimizin olduğu yorumu yapılabilmiştir. Hatta şöyle çıkarımlar dahi
yapıldığını gazetelerden okuyabildik: “Türkiye dünya üzerinde ekonomik büyüklük
açısından ilk 20 içinde olan bir ülkedir. Dolayısıyla eğitimde ilk 20’nin
içindedir.”
Toplumların -ülkelerin-
temel özelliklerini ortaya koyma ve karşılaştırmaya dönük farklı araştırmalar
yapılmakta. Bu yayınlara, toplumsal güven düzeyinden mutluluk düzeyine,
yolsuzluk düzeyinden yönetim biçimi düzeyine, sağlıklı yaşam olanaklarından
doğal kaynakların kullanım düzeyine birçok alanda rastlamak olanaklı.
Dolayısıyla bir toplumun temel özelliklerine ilişkin belirlemeler yapmak çok
sorunlu bir iş olmaktan çıkmış durumda. Kendi gözlem ve araştırmalarınızla
olduğu kadar mevcut çalışmalardan yararlanarak her hangi bir toplumsal özelliğe
ilişkin genel bir uzlaşı sağlayabileceğimiz kanaatlere varabiliyoruz.
Bu genel düşünceden
hareketle Türkiye toplumunun özelliklerine ilişkin kısa bir değerlendirme
yapmam gerekirse şöyle bir genel özellikler listesi oluşturabilirim. Bu listeyi
oluşturan özelliklerin tarihsel bir arka planı olmakla birlikte, ifade edeceğim
özellikler 2020’lerin Türkiyesine ait olacaktır. Ulusal ve uluslararası
kamuoyunun bilgisi dahilinde olan bu özellikler, sorunuza açıklık getirebilir
düşüncesindeyim.
- Türkiye
ekonomik görünüm olarak, neoliberal politikaların doğrudan ve dolaylı
etkilerinin yoğun yaşandığı bir toplum özelliği göstermektedir. Döviz ve
faiz baskısındaki üretim olanak ve kapasitesinin daraldığı, emek
sömürüsünün yoğun olduğu bir çalışma yaşamı, bölüşümün sorunlu olduğu,
kişi başına düşen ulusal gelirin uluslararası alanda görece düşük olduğu
ve son yıllarda önemli bir gerileme gösterdiği, işsizlik ve enflasyon
seviyelerinin görece yüksek seyrettiği, nüfusun önemli bir kesiminin
yoksulluk ve açlık sınırının altındaki koşullarda yaşam mücadelesi verdiği
bir ülke özelliği göstermekte.
- Sosyal
ve kültürel görünüm olarak temel göstergelere bakıldığında da maalesef
ekonomik görünüme koşut koşulların mevcudiyeti söz konusu:
·
Kamu yönetimi anlayışından yeni kamu
yönetimi anlayışına geçildiği-kamu yararı yönetim anlayışından iktidarın
yararına anlayışı-,
·
Demokratik yaşamın kurum ve kurallarının
görece zayıfladığı,
·
Değiştirilen hükümet sisteminin
beklentileri karşılayamamış olması,
·
Sağlık ve eğitim hakkı gibi alanlarda
temel hak ihlallerinin yaşandığı,
·
Uluslararası ilişkilerin sorunlu bir
görünüm arzettiği,
·
Toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinin
yoğunlaştığı,
·
Şiddet ve istismarın görece arttığı,
·
Hukuk sisteminin sorunlu görünümü,
·
Seküler yaşamın tehdit edildiği,
·
Ulusal ve uluslararası nüfus
hareketlerinin -göç- yoğun yaşandığı,
·
Dinsel grupların iktidar paylaşımına
ilişkin ulusal güvenliği tehdit eden demokrasi dışı girişimleri gibi birçok
özellik ifade edilebilir.
Türkiye
eğitim sisteminin politika üretimi ve uygulamaları, bir kısmı yukarıda ifade
edilmeye çalışılan toplumsal koşullarda gerçekleştiğini ifade edebiliriz.
Birol
Alğan: Türkiye toplumunda eğitim zeminini oluşturan
toplumsal yapıda eğitim alanına yansıyan, eğitimin niteliğine etki eden
eşitsizlikler olduğu ve bu eşitsizliklerin öğrencilerin okula erişebilse bile
eğitimden yeterince yararlanmasına engel olduğu alan yazında belirtilmektedir.
Sizce Türkiye’de eğitim alan kişileri etkileyen yanı sıra eğitim ortamları ve
nitelikleri üzerinde de etkili olan hangi tür eşitsizlikler bulunmaktadır?
Ayhan
URAL: Toplumsal yaşama ilişkin bütün eşitsizlikleri son
tahlilde sınıfsal olarak kökenlendirerek açıklayabiliyoruz. Neoliberal yaşamın
içinde gerçekleşen eğitim eşitsizliklerini farklı biçimlerde
gözlemleyebiliyoruz. Örneğin eğitimin piyasalaştırılması, seçkinci bir eğitim
anlayışının benimsenmesi, okulların nitelikli ve niteliksiz olarak
ayrıştırılması, göçlerden etkilenen aile ve çocuklar, çocuk işçiliği ve mesleki
eğitim adı altında meşrulaştırılan çıraklık, öğretmen yetiştirme ve istihdam
politikalarından kaynaklı eşitsizlikler bunlardan bazıları. Özellikle eğitimin
piyasalaştırılması ile yaratılan hak ihlalleri ve örtülü eşitsizlikler
normalleştirilerek yaygınlaştırılmaktadır. Bu durumdan rahatsızlık duyan
eğitimcilerin ise -özellikle öğretmenlerin- kamusal eğitimi anlama ve isteme
eylemlerinde önemli görüş ayrılıkları yaratılmıştır. Oysa eğitim hakkı konusu
hiçbir karışıklığa mahal vermeyecek düzeyde açık ve nettir. Eğitim, temel bir
insan hakkıdır ve devlet tarafından herkese eşit ve parasız olarak sunulması
gerekir. Dolayısıyla piyasalaştırılan her türden eğitim süreci veya uygulaması,
açık bir hak ihlali ve eşitsizliktır.
Birol
Alğan: Türkiye de eğitim sisteminin toplumsal beklentileri
karşılamadığına ilişkin eleştiriler söz konusudur. Örneğin eğitim
programlarının öğrencilerin yaşam şartları ile uyuşmadığı, kendi problemlerini
tanıma ve çözmelerine hizmet etmediği, ezberci ve bireyin yaşam koşullarıyla
ilişkisizliği sebebiyle öğrencilere anlamlı gelen konulardan oluşmadığı, eğitim
de verilen bilgilerin onların yaşam koşullarını değiştirmesine katkıda
bulunmadığı, bu nedenle de bireyin, eğitim almasına rağmen, ailesinin ekonomik
ya da kültürel mirası kadar bir yaşam sürmek zorunda kaldığı bunun da sınıflı
toplumsal yapının yeniden üretilmesi sonucuna yol açtığı eleştirileri
söylenebilir? Sizin eğitim sistemine yönelik bu eleştirilere ilişkin
görüşleriniz nelerdir?
Ayhan
URAL: Bu ve benzeri saptamaları Türkiye eğitim sisteminin
bir sorunu olarak görmüyorum doğrusu. Bu gün eğitim sistemiyle ulaşılan
sonuçlar, istenilen -beklenen- sonuçlar olduğu için bunları sorun olarak
tanımlamanın sorunlu bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla benimsenen
ve uygulanan eğitim politikalarının sonuçları, hiçbir sorun olmaksızın ortaya
çıkmaktadır. Kapitalist eğitimin yeniden üretim işlevine ilişkin yapılan
eleştiriler Türkiye eğitim sistemi için de yapılabilir. Ancak, Türkiye’deki
neoliberal eğitim politikaları tam da bu sınıfsal eşitsizlikleri korumak ve
derinleştirmek üzere oluşturulmuş ve uygulanmakta olduğundan toplumun bir
kesimi tarafından -iktidar çevresi- özellikle bilinçli bir şekilde
desteklenmektedir.
Birol
Alğan: Hem Dünya’da hem Türkiye’de yaşanan kamu
hizmetlerinin piyasalaşması ve ticarileşmesi gibi süreçler nedeniyle artık
farklı gelir düzeyine sahip ailelerin çocuklarının farklı eğitimsel niteliklere
sahip okullarda eğitim aldığını görmekteyiz. Bu süreç kentlerdeki mekânsal
bölünme ile daha da görünür hale gelmiştir. Bu durumun nedenlerini ve
sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ayhan
Ural: Son dönemlerde Türkiye kentleşme pratiği açısından
önemli sorunlar yaşamaktadır. Merkezi yönetimce yaratılan sorunlar yanında
toplumsal belediyecilikten uzak yerel yönetimlerce yönetilen her büyüklükteki yerleşim
alanları, özellikle toplumsal yaşamın uyumunu yok edecek şekilde ayrıştırıcı
unsurları öne çıkaracak biçimde tasarlanmış ve uygulamaya sokulmuştur. Ülkemizde
kentleşme, kent kimliği ve bunun için gerekli planlama ve düzenlemeler
üzerinden gerçekleşmemektedir. Tamamen çevredeki iş gücünün, sermayenin
toplandığı, biriktirildiği David Harvey’in kentle ilgili analizlerini burada
hatırlamalıyız- ve bunun yarattığı rant üzerine kurulu biçimde gelişmektedir.
Bunun doğal sonuçlarından biri de kent kimliğinin, kentte yaşayanların
kimliğine dönüşememesidir. Türkiye’de hangi kentte giderseniz gidiniz, orada
bir yaşam kurunuz, sizin kimliğiniz için belirleyici kent doğduğunuz kenttir.
Hatta çocuklarınız için bile bu durum geçerlidir. Çünkü kentlerimizde yaşam kentin
kendi dinamikleri yurttaş A olarak yaşanmaz. Yaşam orada, göç edenlerin kendileriyle
birlikte getirdikleri kimliklere ve kültüre göre şekillenir. Neoliberal
politikalar için, yurttaşların değil toplulukların yaşam alanı olarak kent
bulunmaz fırsatlar sunar. Topluluk, içine aldığı insanlar oranında hazır
müşteridir. Kent rantının kolayca dönüştürüleceği yapıdır. Kendi içinde var
ettiği önderler üzerinden siyasal davranışı kolayca yönlendirilebilecek olan
insanlar topluluğudur. Durum böyle olunca örneğin farklı toplumsal kesimlere
uygun olarak ayrı bölge ve alanlarda üretilen toplu konut projeleri, toplumsal
ayrıştırmanın somut ve yaygın örneklerinden biri olmaktadır. Bu mekânsal ayrıştırmalar,
toplumsal yaşamın bütün alanlarına yansıyarak birçok sorun yaratmıştır. Bu
uygulamalar, özellikle eğitim ve okulların toplumsallaştırma ve toplumsal
kaynaştırma işlevini de tehdit etmiş ve birçok yerleşim bölgesinde tamamen
ortadan kaldırmıştır. Kentleşme ve konut üretimi sosyolojik bağlamdan bağımsız
olarak ele alınmış ve toplumsal sınıflar arasındaki ayrışma açık bir şekilde
desteklenmiştir. Kenar mahalle, varoş, gecekondu ve banliyö şeklinde
adlandırılan yerleşim alanlarına terk edilen alt toplumsal kesimler, kent
yaşamının gereksinim duyduğu altyapı ve sosyal donatılardan yoksun, kendisini
özne olmaktan alıkoyan topluluk üyesi olarak yaşamaya mahkûm edilmiştir. Üst ve
orta toplumsal kesimlerin görece daha uygun koşullarda yaşadığı ortamlarda eğitim
ve okul olanakları da görece daha etkili olarak sunulmaktadır. Bütün bu
yaşananlar, benimsenen sosyal politikaların sonucudur ve tamamı genel ve yerel
iktidarların bilinçli seçimleridir.
Birol
Alğan: Eğitim sistemine yönelik eleştirilerden bir diğeri
sınavların fazla oluşudur. Eğitim alanının bütün tarafları sınav odaklı eğitim
sistemine ilişkin hem süreç hem de sonuçlarına dair eleştirilerde
bulunmaktadırlar. Sizce sınavlar hangi işlevleri yerine getiriyor ve toplumda
sınavlardan duyulan rahatsızlığın ve bu nedenle de sisteme yönelen tepkinin
temel nedenleri neler olabilir?
Ayhan
Ural: Bu olgu ve yönelim sunulduğu kadar karmaşık
değildir. Çok yalın bir açıklaması vardır. Bu denli karmaşık ve anlaşılmaz
gösterilmesinin nedeni ise hizmet ettiği ideolojinin bir kurgusudur. Kapitalist
bir toplumda meritokrasiyle ilişkilendirilen eğitim süreci, insanları toplama,
seçme ve belgelendirme eylemleriyle kendini var etmektedir. Bu süreç,
alanyazında makine metaforuyla açıklanmıştır. Bu metafor ile toplum, düzenli
işleyen bir makinaya benzetilmiş ve eğitime insanları bu makinanın düzenli ve
verimli işlemesine uygun olarak yetiştirmesi görevi verilmiştir. Bu tip
toplumlarda sınavlar, sözde adalet ve eşitlik algısı yaratmak için de
kullanılmaktadır. Bir sosyal hareketlilik sağlayacağı beklentisiyle daha çok
ezilenler tarafından desteklenen bu uygulamalar, maalesef yine üst ve orta
toplumsal sınıfların lehine sonuçlar doğurur. Sorunuzda belirtildiği şekliyle
Türkiye toplumunda sınavlardan duyulan rahatsızlık ne yazık ki bir toplumsal
tepkiye dönüşmüş değildir. İnsan bir şeyden rahatsız ise ondan kurtulmak ister.
Sınavların bu kadar belirleyici olmasının özellikle temel eğitimde kabul
edilebilir hiçbir nedeni yoktur. Duyulan rahatsızlığın tepkiye dönüşmemesi
üzerinde mutlaka durulmalıdır. Bunun kültürel kodları açığa çıkarılmalıdır.
Çünkü toplumların değişiminde insanların isteme bilinci önemli bir etkendir.
Daha iyiyi istemek, isteyene bir sorumluluk verir. Bu sorumluluk, isteği
doğrultusunda onun mücadele etmesi demektir. Oysa bizde rahatsızlıklar
karşısında isteme bilinci zayıftır. Kişi tepki duyduğu durum karşısında problem
çözücü bilinç oluşturma araçlarından ve bilgisinden yoksundur. Dolayısıyla onun
istemesi, birinin onun adına bunu yapması biçiminde olmaktadır. Ya da kendi
kişisel olanaklarıyla bir çözüm yaratmaktan ibarettir. Örneğin sınavlara itiraz
edip çözüm için mücadele yerine çocuğunu özel okula göndermek gibi. Her iki
durumda -birinden beklemek ya da kişisel seçenek yaratmak- aslında kazanan
neoliberal politikalar olmaktadır.
Birol
Alğan: Eğitim alanında demokratik eğitim ortamlarının
bulunmayışı rahatsızlık yaratan bir diğer husus olarak öne çıkmaktadır.
Özellikle ilk orta ve lise eğitimlerinde katı disiplin uygulamalarının olması,
ödül ceza eksenli davranışçı yaklaşımın yaygın oluşu, öğrencileri güçlendirecek
diyalog yerine emredici, tek yönlü ve otoriteryen eğitim ortamlarının varlığı
rahatsızlık yaratmaktadır. Sizce eğitim sisteminde bu tür uygulama ve
yaklaşımların varlığı hangi nedenlerle açıklanabilir, öğrenci, öğretmen ve
toplumsal yaşam açısından hangi sonuçlara yol açabilir?
Ayhan
Ural: Her toplumda olduğu gibi Türkiye’de de eğitim
sistemi genel olarak toplum tasarımının bir aracı olarak kullanılmaktadır.
Uygulanan eğitim politikaları ve buna bağlı olarak ortaya çıkan okul süreçleri,
itaatkar bir toplum ve hegemonik bir yönetim anlayışına koşut
yapılandırılmıştır. Bir bütün olarak toplum, devlet, siyaset demokratik değil
ise eğitim demokratik ilişkilere sahip olamaz. Çünkü eğitimi düzenleyen
kararlar o yapıdan çıkmaktadır. Bu durumda sadece eğitimin demokratik olması
için mücadele edilir ve bütüncül bir demokratik yaşam kurma ideali
gerçekleştirilemez. Louis Althusser’in de vurguladığı şekliyle kapitalist
devlet eğitimi -okulu- ideolojik aygıta dönüştürerek, insanı kapitalist
hedeflere uygun olarak biçimlendirmek için araçsallaştırmaktadır. Bu duruma
ilişkin en somut örnek, okullarda uygulanan baskı sonucu yaratılan korku ile
özellikle öğretmen ve öğrencilerin pasifleştirilmesi gösterilebilir.
Birol
Alğan: Toplumlarda eğitimden beklenen yararlar farklı
olabilir. Örneğin kadınlar, işçiler, farklı etnik gruplar, ya da farklı cinsel
kimlikler hem ülkenin bir yurttaşı olmaları nedeniyle ve hem de zaten temel bir
evrensel insani hak olan eğitim hakkı çerçevesinde kendilerinin de eğitim
yoluyla güçlenmelerini ummaktadırlar. Sizce, eğitimin, sürece dahil olan bütün
bireyleri güçlendirebilmesi için neler yapılmalıdır?
Ayhan
Ural: En genel anlamıyla eğitim bireyin özgürlüğünü ve özgünlüğünü
desteklerken toplumsallaşmasını da desteklemek işlevine sahiptir. Özellikle
temel eğitim süreci, tam da bu işlevleri hiçbir ayrım göstermeksizin bütün
bireylere eşit ve parasız olarak sunulması gerekmektedir. Böylece eğitimli
demokrasi olarak adlandırılan demokratik bir topluma ulaşma olanağı
doğabilecektir. Dolayısıyla devlet, insan onuruna yaraşır bir yaşama sahip olma
ve onu sürdürme hakkına sahip olan bütün üyelerinin temel yaşam becerilerini
destekleyecek bir eğitim sunmak zorundadır. Özgürleşme ve toplumsallaşması
desteklenen her birey, gönenç içinde bir toplum hedefinin en güçlü bileşenidir.
Birol
Alğan: Topluma baktığımızda hem eğitim alanında hem de
toplumsal yaşamın diğer alanların da bireyler, kendisi dışında hazırlanmış
paket bilgi ya da veri setleri yoluyla hayatla ilişkilen-diril-mektedirler. Bu
bağlamda verilen bilginin, kanıt olarak gösterilen argümanların doğru olup
olmadığına ya da verili olanın “oluşturulan gerçeklik” olup olmadığına ilişkin
bir araştırma ve sorgulama becerisinin toplumda yeterince gelişmediği ve sözlü
kültür temelli ilişkilenme ile ilerlendiği söylenebilir. Sizce söylenen bir
sözü tek doğru olarak kabul eden dogmatik ya da sadece verili kanıta bakarak o
kanıtı ortaya çıkaran toplumsal ilişkileri göz ardı eden- pozitivist
yaklaşımlar dışında hakikate bütünsel olarak erişebilmek nasıl mümkün olabilir?
Ayhan
Ural: Çağdaş yaşam, bilimi yaşamın bütün alanlarına egemen
kılmayı gerektirir. Bilimsel bir yaşam pratiği ise ancak bilimin işlevlerine
-anlamak, açıklamak, yordamak ve kontrol etmek- uygun bir yaşamla olanaklı
olabilecektir. Bilimsel bir yaşam için asgari becerilerin toplumun bütün
üyelerine kazandırılması, temel yaşam becerilerin desteklendiği -özgürleşme ve
toplumsallaşma becerilerin desteklendiği-, bir eğitim anlayışı ve eğitim
sistemiyle olanaklı olacaktır.
Birol
Alğan: Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.
Ayhan
Ural: Ben teşekkür ederim, dayanışmayla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder