*Bu metin bazı değişiklik ve kısaltmalar yapılarak, editörlüğü Fatma
Mızıkacı ve Guy Senese tarafından yapılan A
Language of Freedom and Teacher’s Authority: Case Comparisons from Turkey and
the United States adlı kitap**ta yayımlanmıştır.
Bakınız: https://books.google.com.tr/books?id=JzEmDwAAQBAJ&pg=PA36&lpg=PA36&dq=%22ayhan%20ural%22&source=bl &ots=INHhkHiluV&sig=vMC6tE-c18dU2BCrfOTBhzNC7Bw&hl=tr&sa=X&ved=0ahUKEwjbk- rk7KTUAhXQJFAKHeu3D_04PBDoAQghMAA#v=onepage&q=%22ayhan%20ural%22&f=false
Ayhan
URAL
Gazi
Üniversitesi. Ankara / TÜRKİYE urala@gazi.edu.tr
Bu çalışmanın amacı; Türkiye’deki öğretmenlik mesleğinin gelişimini
-1920’lerden 2020’lere- öyküsel olarak anlatabilmektir. Öykü, ilgili bütün
dönemlere tanıklık etmiş hayal ürünü bir öğretmenin ağzından aktarılmıştır.
Elimdeki telgraf beni fazlasıyla heyecanlandırmıştı. Temmuz ayında
Ankara’da yapılacak bir toplantıya davet edilmiştim. Emperyalizme karşı yoğun
bir bağımsızlık mücadelesi veriyorduk. Cephedeki mücadelenin en yoğun yaşandığı
günlerdi ve böyle bir zamanda maarif kongresi yapılacaktı ve ben de bu
toplantıya katılacaktım. Düşünsel dünyam karmakarışıktı. Diyalektik
çözümlemeler yapıyordum öğretmenliğimin verdiği güçle. Yeni ulus
devletlerinin kuruluş yıllarıydı ve doğal olarak eğitim çok önemliydi,
bir inşa aracı olabilirdi.
Sabahın erken saatleriydi, telgraf cebimde Ankara Garına ulaşmıştım.
Belirtilen adrese ulaştığımda, farklı yerlerden gelmiş onlarca meslektaşımla
karşılaştım. Toplantının yapılacağı salona geçtik. 1921 yılı Temmuz ayının
15’i, cepheden kısa bir süreliğine ayrılarak aramıza katılan kurtuluş
mücadelemizin öncüsü Mustafa Kemal kürsüden bize, bana ve yanımdakilere
sesleniyordu: “…bu toplantıdan ulusa,
yeni bir sanat ve bilim göstermek ve yeni kuşağı o yolda yürütmek için önder
olmak gibi kutsal bir yararlılık bekliyoruz.” Anlaşılan, mevcut öğretmen
rolümüzden farklı bir role evrilmemiz isteniyordu. Bu duruma uyarlanmak bizim
için oldukça zor olacaktı, ayrıca uzun da bir zaman gerekecekti. Ancak
olağanüstü koşullardaydık, ulusal eğitime duyulan gereksinim oldukça yükselmiş
ve vakit de yoktu.
Yeterince güvende olmadığımız gerekçesiyle toplantıyı planlandığı
şekliyle tamamlayamadan bitirmiş ve artık geldiğimiz yerlere dönebilme
olanaklarına ilişkin konuşmalar yapıyorduk yeni tanıştığımız ve aramızda sosyal
bir sözleşme oluşturduğumuz meslektaşlarımızla. Toplum çetin bir bağımsızlık
mücadelesinin içindeydi. Bu mücadele, emperyalizmle olduğu kadar, geçmişimiz ve
kültürümüzle de ilgiliydi. Geleneksel eğitim, yasal olarak her ne kadar
devletin sorumluluğunda görünüyorsa da daha çok dinsel örgütlerce icra edilen çoklu
bir nitelik göstermekteydi. Yeni devlet, eğitimin bu dağınık ve
kontrolsüz yapısını ortadan kaldırıp birleştirerek, hem uluslaşma sürecini
desteklemek hem de yerleştirilmeye çalışılan cumhuriyet ideolojisini
toplumsallaştırmak düşüncesindeydi. Eğitime bilimsel, laik ve karma bir nitelik
kazandıracak bu düşünce, dinsel eğitimi savunanlarla çetin bir mücadele yapmayı
da gerektiriyordu. Yeni devlet, bu mücadeleyi bilimsel ve demokratik bir
yaklaşımla sürdürmeyi tercih etmiş ve başlatmıştı.
Dönüş yolunda düşünmeye fırsatım oldu ve uzun uzun düşündüm. Bir öğretmen
olarak ben de yaşadığım topluma ve zamana aittim. Üstlendiğim rol, statü, görev
ve sorumluluğumun içerik ve biçimi, dönemsel ve toplumsal güç ilişkilerinden
bağımsız değildi. Yaşanan bu toplumsal değişim ve dönüşümün öznelerinden birisi
olarak ben de bu ideolojik, siyasal ve toplumsal mücadelenin içerisindeydim.
Kurulmakta olan devletin öğretmenlerinden biri olarak, düşünce ve eylemlerimi
bu yeniden
inşa sürecine adamalıydım. Yetersizliğimin, yalnızlığımın,
yoksulluğumun da farkındaydım. Ancak sorumluluğumun bilincindeydim. Güçlü bir
şekilde geleceğe yürüyorduk. Büyük onur duymuştum. 1923 yılında cumhuriyetin
ilanıyla hızlanan modernleşme sürecinin yarattığı büyük dönüşüm, farklı
alanlardaki siyasal mücadeleleri de beraberinde getirmişti. Bu mücadele, eğitim
alanında da laik ve dinsel ideolojileri karşı karşıya getirmişti. Kurucu
kadrolar, eğitim yoluyla bireylere çeşitli rol ve beceriler kazandırılarak toplumsal
yeniden yapılanmanın sağlanacağının bilincindeydiler. Yeni kurulan ulus
devletin muasır medeniyetler seviyesine ulaşma amacını gerçekleştirecek
araçlardan en önemlisi eğitim olarak görülmekteydi. Devlet, eğitimi hem ortak
bir kültür yaratma aracı olarak kullanacak, hem de bütün toplum kesimlerini
ortak bir bilgi, beceri ve tutum düzeyine taşıyan bir amaçla kullanacaktı. Bu
yaklaşım bizleri de doğrudan sürece dâhil
etmişti. Yeni eğitim politikalarının oluşturulması ve uygulanması sürecine
bilimsel bir bakış açısı hâkimdi. Ülke içinden olduğu kadar ülke dışından da
uzman görüşlerine başvuruluyordu.
1924’te Türkiye’ye Davet
Edilen Amerikalı Eğitimci John Dewey (1859-1952).
1924 yılında dünyaca ünlü eğitim filozofu John Dewey’in davet edilmesi
bunun en somut örneğiydi. 1924 yılında çıkarılan öğretimin birleştirilmesi yasasıyla bizler de farklı statülerde
çalışma durumundan, devletin öğretmeni statüsü kazanıyorduk. Yine bu dönemde
yapılan yasal düzenlemelerle öğretmenlik bir meslek olarak
tanımlanıyor ve devletin genel
hizmetlerinden eğitim ve öğretim görevini üzerine alan ve maarif hizmetlerinde
asıl olanın öğretmenlik olduğu hükme bağlanıyordu. Ülkede yaşayan herkes,
cumhuriyetin temel kazanımı olarak ulaştığı yurttaş statüsüyle yeni
haklara sahipti. Ben de bu süreçte halkın yeni statüsüne ilişkin hak ve
ödevlerini öğrenmesinde görev alıyordum. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi
temel kavramlar o denli uzaktı ki bana, onlara, hepimize; ancak bir o kadar da
gerekliydi. Bu yeni konumum büyük bir heyecan yaratmıştı bende. Sınırlı
olanaklarla kendimi yenilemeye, yeni rolüme hazırlamaya çalışıyordum. Koşullar
gereği salt görevli olduğum okulla sınırlı bir öğretmenlik yapmıyordum, temas
ettiğim bütün toplum kesimleri için öğretmendim. Mesai mefhumum yoktu, her
zaman ve her koşulda çalışmam gerekiyordu. Buna inanıyor ve gerekli görüyordum.
Savaş sonrasının yaraları hızla sarılıyor, herkes elinden gelenin en iyisini ve
hepsini yapıyordu. Yapmalıydık, geleceğimizi birlikte kurmak zorundaydık.
Toplumun siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik dönüşümü, biz öğretmenlerin
yüksek katkısına gereksinim duymaktaydı, bunu görüyor ve inanıyordum. Tutkuyla
bağlı olduğum öğretmenliğimi bütün yetkinliğimle icra ediyordum. Özgürleşme
pratiğiydi ortak eylemlerimiz, her türlü eğitim çalışmamız. Kâh okuma yazma
öğretiyordum kâh hesap kitap, sanat, spor, edebiyat, yaşam bilgisiydi hepsi.
Öğreniyordum da, öğretmek öğrenmekti aynı zamanda. Yaşam biçimine dönüşmüştü
öğretmenliğim, bunu istemiştim biliyorum. Zor yıllardı o dönemimiz. Yoksulduk,
yalnızdık belki ama umutluyduk, inanıyorduk, yapacaktık ve yapıyorduk. Cumhuriyeti
yeni kurmuş ve onun gerektirdiği adımları atıyorduk. 1928’de yaptığımız harf
devrimi1 ile yeniden başlamış gibiydim öğretmenliğe.
1 Arap harfleri esaslı
alfabenin yerine, Latin harflerini esas alan Türk Alfabesinin kullanılmasına
geçiş kararı.
Türkiye Cumhuriyet’inin
Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938), Latin Alfabesini Öğretiyor.
Sahip olduğumuz coğrafyanın zorlukları, nüfusumuzun yerleşim durumu,
kültürel farklılıklar, toplumsal sınıfların hegemonya arayışları işimizi
zorlaştırmaktaydı. Koşulların gerektirdiği uyarlanmalarla öğretmenliğimizi
sürdürüyorduk. Okullarda görev yapmanın yanında yeri geldiğinde Türk
Ocakları2, Millet Mektepleri3, Halkevleri4
gibi dönemin toplumsal değişim ve dönüşüm örgütlerinde de görev
yapıyorduk. Aydınlanmayı bir mitoloji haline getirmeden somutlama ve yaşamın
bütün alanlarında üretme işiydi işimiz. Yürütülen örgün ve yaygın eğitim
faaliyetleriyle ülke adeta büyük bir okula dönüşmüştü.
Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün Tabelasını İnşa Eden
Öğrenciler.
2 1912-1931 yılları arasında faaliyet göstermiş ve şube
sayısı 300’e yaklaşan bir kültür derneği. Detaylı bilgi için bakınız: Üstel, Füsun. Türk Ocakları: 1912-1931,
İletişim Yayınları, İstanbul, 1997.
3 1928 yılında yeni harflerin kabulünden sonra halkı okur-yazar
kılmak amacıyla gerçekleşen eğitim seferberliği için kurulmuş dört ay süreli
eğitim veren halk eğitimi kurumları.
4 1932-1951 yılları arasında faaliyet göstermiş ve sayıları
500’e yaklaşmış bünyesinde, dil-edebiyat, güzel sanatlar, tiyatro, spor, sosyal
yardım, halk dershaneleri- kurslar, kütüphane-yayın, köycülük, tarih-müze
bölümlerini barındıran siyasal, sosyal ve kültürel merkezler. Detaylı bilgi için bakınız: Çeçen,
Anıl. Atatürk’ün Kültür Kurumu Halkevleri, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2000.
1940’ta Köy Enstitüleri5nin kurulmasıyla da köy gerçeğine
uygun öğretmenler olarak yetiştirildik ve çalıştık. Özgün bir deneyimdi
enstitüler. Bütün zorluklarına rağmen, okulu yaşamla bütünleştirdiğimiz bir
süreç yaşadık köylerde, kasabalarda. Bütün dinginliğiyle yaşama dokunmak,
gözlemlemek ve yaşamak olmuştu köy öğretmenliğimdeki süreç. Bilimi, doğasından
kaynaklanan karmaşıklığından olabildiğince basite indirgeyerek yalın yaşamlarla
buluşturmak, sonuçlarını görmek, öğretmenliğimden yüksek düzeyde haz duyduğum
dönemlerimdi. Doğanın güçlü bir öğretici olduğuna daha çok tanıklık etme
olanağım olmuştu. Doğal yaşam yeterince öğretiyor ve okuldaki işimi
kolaylaştırıyordu. Okulun ve her düzeydeki eğitimin temel amacı olan, insanın
doğal ve sosyal yaşam alanına uyum sağlayabileceği temel yaşam becerilerini
desteklemek ve geliştirmek biz öğretmenler için hiç de zor olmuyordu. Bizim
için köyü ve köylüyü dönüştürmek, sosyal mobiliteyi hızlandırmak, cumhuriyetin
çağdaşlaşma ülküsüne önemli bir katkıydı. Yüksek düzeyde bir özgüvene sahiptim.
Bunu nasıl gerçekleştirebilmiştim? Çeyrek yüzyıllık cumhuriyetin ürettiği bir
öğretmendim ve cumhuriyetin eğitim politika ve uygulamalarıyla önemli bir
deneyim kazanmıştım. Öğrenmiş, inanmış ve deneyimlemiştim, ideoloji olarak cumhuriyet,
biz öğretmenlere gereksinim duymaktaydı. Cumhuriyeti kuranlar, bize inanmış ve
güvenmekteydi. Cumhuriyetin sahipleri de bize inanmış ve güveniyordu. Bunu
öğretmenliğimin her aşamasında duyumsuyordum.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, öğretmenler birliği olarak yaptığımız bir
toplantıda konuşan kurucu cumhurbaşkanının; “…cumhuriyet sizden fikri hür,
vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister” şeklindeki sözleri, öğretmene
yönelen bir motivasyon söyleminden öte açık bir güven, beklenti ve saygı
ifadesiydi. Bir arkadaşımızın çalıştığı ilin valisiyle yaşamış olduğu sorunda
cumhurbaşkanının öğretmenden yana olan tavrını duyduğumda bunu daha iyi
anlayabilmiş ve büyük bir onur duymuştum. Doğrusu kuruluş dönemi öğretmenliğime
ilişkin çok sayıda saygınlık örneği yaşamış ve işitmiştim.
Kuruluş dönemi eğitim bakanlarından Vasfi Çınar’ın meclisteki konuşmasında bizleri düşün insanı, münevverler olarak tanımlaması, protokoldeki konumumuzu öne çıkartan yasal düzenleme, aylık ücretlerimizin hatırı sayılır düzeyde artırılması, bunlardan sadece birkaçıydı.
5 1940-1954 yılları arasında faaliyet göstermiş, 17 Nisan
1940'ta Köy Enstitüleri Yasasıyla köy okullarında görev alacak olan
öğretmenleri yetiştirmek üzere kent ve kasabalardan uzak, geniş arazisi bulunan
uygun yerlerde kurulmuş olan 21 adet özgün okul. Detaylı bilgi için bakınız: Kirby Berkes, Fay. (1960). The Village
Institute Movement of Turkey: An Educational Mobilization for Social Change.
Doctorate of Education Thesis at Columbia University. Published in Turkish as Türkiye’de
Köy Enstitüleri. 1962. Ankara. İmece Yayınları.
Ayrıca, yeni göreve başlayan öğretmenlere bütün gereksinimlerini
karşılayacak ek bir ödeme yapılması, dönemin sınırlı bütçe olanaklarına göre
çok önemliydi bizim için. İlgili dönemin eğitim bakanlarından Mustafa
Necati’nin her zaman öğretmenin yanında olduğuna ilişkin içten tavrı ve çabası
bizleri mutlu ediyor ve cumhuriyet ideolojisi için ne denli önemli olduğumuzu
ortaya koyuyordu. Olanaklar ölçüsünde iyi bir
takım olabilmemizin gerektirdiği her şey yapılıyordu, maddi ve manevi olarak
destekleniyorduk ve hepimiz buna inanıyorduk. Bakan Mustafa Necati’nin öğretmen
adayları ve göreve yeni başlayan her öğretmen için öğretmen arkadaş hitabıyla
başlayan mektupları hepimize ulaşıyordu. Aynı mektuplar, ilgili illerin
valilerine de yazılarak öğretmenler için her türlü olanağın seferber edilmesi
isteniyordu.
Yeni devletin üst yönetimi bizi önemsiyor, saygı duyuyor, güveniyor ve
koruyordu. Bunu, çalıştığı yerleşim yerindeki yöneticinin halka yaptığı
baskılara dayanamayarak karşı çıkan bir arkadaşımızın yaşadıklarından6
daha somut bir şekilde anlamıştık. Kuruluş yıllarındaki sayımız on bin
civarındaydı ve yaklaşık olarak sadece dörtte birimiz farklı düzey ve
biçimlerde bir öğretmenlik eğitimine sahiptik, geriye kalanlarımızın ise
herhangi bir öğretmenlik eğitimi yoktu. Yeni devletin kuruluş döneminin
öğretmeni olarak çok şanslıydım. Hem kuruluşa küçük de olsa bir desteğimin
olduğunu düşünmem, hem de kuruluş döneminin öğretmen oluşuma yaptığı katkı,
sonraki süreçte hiçbir şekilde birlikte olamayacaktı. Tam anlamıyla kamusal bir
eğitim kurulmasının amaçlandığı kuruluş dönemi eğitim çalışmaları, yeterli bir
deneyime ve geleneğe sahip olmamasına rağmen başarılmıştı. Bütün zorluklarına
rağmen mutluydum, eşitlikçi kamusal eğitimin peşinde ve içindeydim. Zamanının
ilerisinde olduğu konusunda övgüler alan kuruluş dönemi anayasasında eğitim,
bir özgürleşme ve gelişme aracı olarak kabul edilerek eğitim bakanlığının da
geleneğin koruyucusu ya da
totaliterliğin propaganda aracı olarak değil, modernizmin üreticisi olarak bakılmaktaydı.
6 İlgili bucak müdürü, arkadaşımızı kaymakama şikâyet eder,
kaymakam da halkı kışkırttığı gerekçesiyle şikâyeti valiliğe iletir. Valilik,
kendi başına işlem yapmak istemez ve dosyayı içişleri bakanlığına gönderir.
İçişleri bakanlığı da eğitim bakanlığından konuya ilişkin görüş ister. Eğitim
bakanı Mustafa Necati durumu inceletir ve içişleri bakanlığına; valiniz öğretmenime bir daha böyle haksız
davranırsa, onu valilikten almanızı rica ederim, diye yazar. Öğretmene
gönderdiği mektupta da hakkınızdaki
yazılara verilen yanıt ilişiktedir; ona göre davranmanız gerekir, gözlerinizden
öperim, yazmaktadır (İnan,1980).
Güç İlişkileri İçerisinde Savruluş
1950’lere gelindiğinde, din ve laikliğin yeniden çatıştığı bir ortamda
öğretmenlik yapıyor buldum kendimi. Oysa cumhuriyetin kuruluş yıllarında
çözülmüştü bu sorun. Büyük bir özveri ve kararlılıkla çalışarak bilimsel ve
laik eğitimi inşa etmiştik. Meğer cumhuriyet rejimi ve cumhuriyet kazanımlarına
karşıtlık, küllendirilerek ötelenmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrasının
koşullarında sorun yeniden gündeme getirilerek bir çatışma ortamı
yaratılıyordu. Toplumsal yaşamın bütün alanlarına -siyasi, hukuki, sosyal,
kültürel ve ekonomik- yansıyan bu çatışmada nerede duracağımız sorusu,
öğretmenliğimizin önüne geçmişti. Bu ayrışma bizi, laiklik ilkesine
dayandırılan modern toplumun gerekli kıldığı nitelikleri benimseyerek
yaygınlaştırmaya çalışan örgüt ve gruplar ile dinin etkisiyle şekillenerek
kendisini modernizmin etkilerinden uzak tutmaya çalışan örgüt ve grupların
arasında seçim yapmaya zorluyordu. Farklı biçim ve düzeyde baskılarla
karşılaşıyorduk. Öğretmenler olarak örgütlülüğümüzle güç kazanma düşüncemiz,
aynı zamanda ayrışmalara da yol açıyor, parçalanarak zayıflıyorduk.
Karşıtlıklarımız derinleştirilerek mevcut çatışmanın içine çekilmiştik. Egemen
ideoloji tarafından öğretmenlik yapmamız, yapabilmemiz engelleniyordu.
Özellikle bütün varlıklarını cumhuriyet rejiminin kazanımlarına adayarak
kuruluş dönemini köy enstitüleriyle taçlandıran dönemin Eğitim Bakanı Hasan Ali
Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, kendilerine yönelik
asılsız iddia ve söylencelerle itibarsızlaştırılmak isteniyordu. Onlara yönelen
bu saldırı, açık ve örtülü olarak hepimize yönelen bir yıldırmaydı. Bütün
devrimci ve aydınlanmacı eğitimcilere gözdağı verilmek isteniyordu. Bakanından,
genel müdürüne, öğretmeninden müstahdemine hepimizin ortaya koyduğu aydınlanma
azim ve çabası, belli ki birilerini rahatsız etmişti. Çalışma azmimiz, yakın
çevremizi dahi ihmal edecek sonuçlar doğurabilmişti. Bunun en somut örneğini,
dönemin eğitimcilerinin tamamını betimleyebilecek bir gerçeklik ve
duygusallıkla yazılmış Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim7 adlı şiirde görülebilir. Geliştirdikleri özgün
7 Can Yücel tarafından babası Hasan Ali Yücel’e
yazılmıştır. Çeviren: Talas S. Halman.
Ben
Hayatta En Çok Babamı Sevdim
Ben hayatta en çok babamı sevdim
Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk
Çarpık bacaklarıyla -ha düştü ha
düşecek Nasıl koşarsa ardından bir devin
O çapkın
babamı ben öyle sevdim Bilmezdi ki oturduğumuz semti
Geldi mi de
gidici - hep, hep acele işi Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi Atlastan
bakardım nereye gitti
bir eğitim örgütü
olan enstitülerle eğitim alanyazınında önemli birer düşün ve eylem insanı
olmaları gereken Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’u nasıl da yok
edebilmişiz, meslek yaşamımdaki en büyük üzüntülerdendir. Öğretmenlik yapamamamız,
aydınlanma sürecinin kesintiye uğraması anlamına geliyordu ki tam olarak da bu
isteniyordu. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik kavramları, her toplumda olduğu gibi
bizde de birilerini, özellikle de sömürücü egemenleri -toprak ağaları, gerici
din adamları, yeni yeni oluşan sermayedarları ve bunların milletvekili
temsilcilerini- tehdit ediyordu. Mücadele etmeliydik, mücadele etmeliydim.
Cumhuriyetin öğretmenleri olarak rahatsızlık verdiğimizi, tehlikeli olduğumuzu
bilerek sürdürmeliydik çabamızı. Okuyorduk, düşünüyorduk, anlamaya
çalışıyorduk, tartışıyorduk.
1970’lerin
Türkiye’sindeki Binlerce Köy Okulundan Biri -Trabzon, Yomra, Tepeköy Köyü
İlkokulu- 1940’lı yıllarda dünya klasiklerinin Türkçeleştirilmiş olması,
bizim için, toplum için çok önemli bir olanak sunuyordu. Sokrates’in
savunmasından çok etkilenmiştim ve hepimizin - öğretmenler olarak- aynı işi
yaptığımızı ve sonumuzun da aynı olabileceğini düşünerek eylemimi yüceltmiştim. Birer at sineği misali toplumu dönüştürmeyi, değiştirmeyi hedefliyorduk. Bunu geride bıraktığımız süreçte de başarmıştık. Sürdürebilmemiz gerekiyordu, bütün
engellemelere rağmen. 1960’lı ve 70’li yıllar, öğretmenliğimizin çokça
dalgalandığı yıllardı. Dünyadakine paralel gelişerek Türkiye’ye de yansıyan toplumcu
Öyle öyle ezber ettim gurbeti
Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul'a
Bi helallaşmak ister elbet, diğ'mi
oğluyla! Tifoyken başardım bu aşk oynunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu,
En son
teftişine çıkana değin
Koştururken
ardından o uçmaktaki devin, Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için Açıldı
nefesim, fikrim, canevim
Hayatta ben en
çok babamı sevdim (Fergar,
1993).
talepler, bizi de
içine almıştı. Toplumsal dönüşüm ve değişimin dinamik bir gücüydük ve etkimizi
hissettirmeye başlamıştık. Nasıl yetiştirileceğimiz, nasıl istihdam
edileceğimiz, neler yapacağımıza ilişkin temel konularda bizlerin
dışındakilerin rahatlıkla karar vermemesi gerektiğine inanıyor, istiyor ve
direniyorduk. Önemli kazanımlar da elde etmiştik. Emperyalizme karşı direnç
göstererek toplumsal duyarlılığı artırmaya çalışıyorduk.
Demokratik Eğitim İstemimize
İlişkin Eylemlerimizden Biri.
Özellikle bu yıllarda güçlenen öğretmen örgütlülüğü ile barış
gönüllüleri8 adı altında ülkemizdeki emperyalist
faaliyetlerini en üst düzeye çıkaran Amerika Birleşik Devletlerine karşı önemli
bir duruş sergiliyorduk. 1970’li yılların başında, öğretmenlerin bu örgütlü
gücünü tehlikeli görenlerce sendikalarımız kapatılarak dayanışmamız
zayıflatılmak istenmişti. Bu süreçte hızla sendika örgütlülüğü yerine dernek
örgütlenmeleriyle yeniden örgütlenmeye başlamıştık. Ancak, yapay karşıtlıklar
üzerinden ayrıştırılarak yakın geçmişteki gücümüz zayıflatılmıştı. Her dönem
olduğu gibi bu dönemde de aydınlanma mücadelemizde dayanışma içinde olduğumuz
toplum kesimleriyle ağır bedeller ödemiştik. İlhan’ın (1973) Mahur
Beste adlı şiirinde belirttiği gibi
…
bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı gittiler akşam
olmadan ortalık karardı
…
yoldaşlarımızı, kardeşlerimizi,
arkadaşlarımızı, dostlarımızı kaybetmiştik.
8 Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri arasında 1960’larda
yapılan anlaşma gereği ABD’den Türkiye’ye gelerek eğitim ve diğer alanlarda
çalışma yapanlar. Detaylı bilgi için
bakınız: Özbalkan, Müslim. Gizli Belgelerle Barış Gönüllüleri. İstanbul:
Ant Yayınları, 1970.
1 Mayıs 1977 Emekçi
Dayanışmamızdan.
Neoliberal Dönemde Çözülüş
Tüm zorluklarına rağmen 1970’li yıllarda, kamusal eğitimi eşitlikçi bir
anlayışla üreterek eğitimin sosyal hareketliliğe katkı yapmasını
sürdürebilmiştik. Saygınlığımız görece yüksekti. Ancak 1980’ler ve sonrasında
büyük bir yara almıştık. Küresel sermaye, ülkemizi de genişleme planının içine
dahil etmişti. İktidar da 24 Ocak 1980 ekonomik istikrar kararları adıyla
tarihe geçecek bir dizi karar alarak küresel kapitalizme yaldızlı bir davetiye
çıkarmıştı. Bu dönüşüm kararı, bütün toplumsal alanları etkileyerek devletin
sosyal niteliğini yok edecekti. Bunun için devlet küçülecek, kamusal hizmetler
özelleştirilecek, ülke yabancı sermayeye açılacak gibi sloganlarla etkili bir
propaganda yapılıyordu. Bu propagandalar biz öğretmenler üzerinde de etkili
olmuş ve bir kısmımızın desteğini almıştı. Ayrışmıştık, yarılmıştık, bölünmüştük.
Geçmişteki o güçlü dayanışmamız etkisizleştirilmişti. Ancak bir kısmımız,
eğitimin temel bir insan hakkı olduğuna inanarak mücadeleyi yükseltmiştik. Tam
da bu sırada, ülke demokrasisi 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle derin
bir yara daha almıştı. Ağır bedeller ödeyecektik, büyük bir aydın kıyımı
başlatılarak özellikle toplumcu güçler darmadağın edilmişti.
Neoliberalizmin cuntayla kol kola girmesi, ülkede yeni bir iklim yaratmış ve bu iklim kamusal eğitimi savunan biz öğretmenler için yeni bir mücadelenin de başlangıcı olmuştu. Tam olarak egemen ideolojinin ürettiği anaakım eğitimin kıskacına alınmak isteniyorduk. Şöyle durup yapılanları genel olarak değerlendirdiğimde tam anlamıyla bir yabancılaştırmaya maruz kaldığımızı görüyordum. Anlamsız bir yarışma, yarıştırılma sürecinin içerisine sokulmuştum. Eğitim sistemi, yarışmacılık ülküsüne dayandırılmıştı. Öğrencileri biz yarıştırıyorduk, bizi yöneticiler yarıştırıyordu, onları da bakanlık yarıştırıyordu. Bu durum eğitim sisteminde yer alan herkesi gereksiz bir yarışma ve sınav sarmalının içine çekmişti. Okullar bir yaşam alanı olmaktan çıkarılmış, kapitalizmin gereksinim duyduğu nitelik ve nicelikte işgücü yetiştirilen kamplara dönüştürülmüştü. Öğrencinin özgürlük ve özgünlüğünün desteklendiği ortam ve koşullar anlamsızlaştırılmıştı. Kapitalist ideolojinin toplumu tanımlamakta kullandığı düzenli işleyen makine metaforu tam olarak benimsenmiş ve herkesten bu makineye uyumlu yeterlikler kazanması isteniyordu. Dayanışma, işbirliği, paylaşım gibi duygular geri plana atılarak, kazanmak, hemen kazanmak, ulaşmak, elde etmek, önde olmak, birinci olmak yaklaşımıyla eğitimde büyük bir eleme, dışlama ve ayrımcılık bataklığına sürükleniyorduk. Bu egemen yarışmacı eğitim anlayışı, sevgi ve saygıyı üretip yaşayacağımız ortamlar olması gereken okul ve derslikleri daha çok düşmanlıkların öğrenildiği yerlere dönüştürüyordu. Her türlü dış denetim mekanizmasıyla farklı biçimlerde izlendiğimi fark ediyordum. Öğretme özgürlüğüm yok ediliyordu. Öğretimi değerlendirme olanağım, merkezi sınav uygulamalarıyla elimden alınıyordu. Öğretmenlik bir kariyer mesleğine dönüştürülerek, uydurulan kariyer basamaklarında yükselmeye zorlanıyordum. Farklı biçimlerde mobbinge maruz kalıyordum. Her defasında performansımı yükseltmem isteniyordu. Girdi, işlemler ve çıktı sürecine indirgenen eğitim sisteminde, salt ekonomik verimlilik sağlamak adına belirlenen ve insani olmayan bir takım standartlara ulaşmamız bekleniyordu. Yoğun bir strese sürüklenmiş ve yüksek düzeyde mesleki tükenmişlik duygusu yaşıyordum. Güvencesiz çalışmaya zorlanıyordum. Her geçen gün yoksullaşıyordum. Yetkinliğim görmezden gelinerek vasıfsızlandırılıyordum. Özel ders vermeye, dershane9ci olmaya zorlanıyordum. Örgütlülüğüm engelleniyor ve yalnızlaştırılıyordum. Her koşulda sınav yapmam ve kurulan sınav endüstrisinin bir parçası olmam isteniyordu. Standart testlerle öğrencilerimi ayrıştırmam, elemem, dışlamam, eğitim haklarını engellemem talep ediliyordu. Oysa ben standart testlerle yapılan seçme, eleme sınavlarının salt bir teknik uygulama olmadığını, anaakım eğitim kültürünün de taşıyıcısı olduklarını biliyordum. Bütün sınavların, insanlık onura açık bir saldırı olduğunu düşünüyordum. Her halimden anlıyordum, etkili bir projeye maruz bırakılıyordum ve dönüştürülüyordum. Bütün göstergeler açık bir şekilde buna işaret ediyordu.
Milenyumda Direniş
Herkes gibi ben de küresel kapitalizm önlenemez yükselişiyle karşıladım 2000’li yılları. Uğruna zorlu savaşımlar verdiğimiz eşitlikçi kamusal eğitimin, avuçlarımızdan hızla eriyip gittiğine tanıklık ediyorduk. Daha çok entegre edilmiştik, uluslararasılaştırılmıştık,
9
Öğrenci ve
mezunları başarılı olmak istedikleri derslerde yetiştirmek ve bilgi düzeylerini
yükseltmek, bir üst okulun giriş sınavlarına hazırlamak, kamu veya özel
kuruluşlarca yapılacak olan sınavlara hazırlamak amacıyla kurulan ve piyasa
ilişkilerine dayalı olarak faaliyet gösteren ticari kuruluşlar -işletmeler-. Detaylı bilgi için bakınız: Ural,
Ayhan. "The Dershane Business in Turkey." In Neoliberal
Transformation of Education in Turkey, pp. 151-163. Palgrave Macmillan US, 2012.
teknolojikleştirilmiştik,
piyasalaştırılmıştık. Eğitim alanı hızla özelleştiriliyordu. İçinde her kim ve
her ne varsa metalaştırılıyordu artık. Pedagojiden, matematikten, fenden,
felsefeden, mantıktan, psikolojiden, sosyolojiden, antropolojiden hepsinden
uzaklaştırılıyorduk. Okul ortamlarımız, öğretim programlarımız, yöneticilerimiz
ve bizler baştan aşağıya muhafazakârlaştırılıyorduk, dinselleştiriliyorduk.
Demokratik, Lâik, Bilimsel
ve Kamusal Eğitim Direnişimiz.
Eğitim bakanlığı ve okullar, işletme yönetimi ilkelerine göre
yapılandırılarak, kârlılık, verimlilik, performans, müşteri, paydaş gibi
kavramlarla değerlendiriliyorduk. Demokratik haklarımız gereği düşüncelerimizi
belirttiğimiz her ortamda biber gazıyla gazlanıyorduk, sıvılaştırılmış biber
gazı karıştırılmış tazyikli suyla sulanıyorduk, susturuluyorduk,
tutuklanıyorduk, güvencesizleştiriliyorduk, itibarsızlaştırılıyorduk. İstihdam
politikaları ve çalışma koşullarına yönelik eleştirilerimizi yapmak amaçlı
eylemlerimiz, cami önünde yemlenmek isteyen güvercinlere benzetilerek
aşağılanıyorduk. Yoksulluk sınırı ve açlık sınırının altında kalan ücretlerle
sözleşmeli ve ücretli öğretmen statüsünde çalıştırılıyorduk. Dershane, etüt
merkezi, özel ders, haftasonu kursu ve özel okul10larda
çalışmaya zorlanıyorduk. Mental aritmetik eğitimi gibi
gereksiz birçok sertifika programına yönlendiriliyorduk. Okul yaşında olmayan
çocukların okula alınmasına ses çıkaramıyorduk. Değerler eğitimi adı
altında din eğitimi yapılmasına ses çıkaramıyorduk. Karma eğitime yönelen
saldırıya karşı çıkamıyorduk. Bütüncül -kesintisiz- bir temel eğitim ile
güvence altına alınan coşkulu çocukluk dönemi, hiçbir bilimsel dayağı olmadan
paramparça edilerek her türlü çocuk istismarına -ekonomik, kültürel, dinsel,
cinsel ve benzeri- davetiye çıkarılıyordu, görüyorduk. İktidarla yakın ilişki içindeki
sivil toplum örgütleri -sendika, vakıf, dernek
ve
10 Liberalizmin eğitimi piyasalaştırma aracı olan ticari okulu
saklamak amacıyla kamusal eğitim alanına sokulan bir Truva Atı. Detaylı bilgi için bakınız: Ural,
Ayhan. Özel Okul: Kamusal Eğitim Alanına
Sokulan Truva Atı. Eleştirel Pedagoji. 45(55). 2016.
benzeri- kamusal,
bilimsel, demokratik, laik, eleştirel eğitimi ortadan kaldırmaya yönelik
girişimlerde bulunuyordu, biliyorduk. Eğitim
piyasalaştırıldığı kadar dinsel grupların - cemaatlerin- da rahatlıkla üye ve
sempatizan devşirdikleri bir alana dönüştürülüyordu, görüyorduk. Eğitim üzerinden güçlenen dinsel gruplar, uyumlu
koalisyon ilişkisi içerisinde bir yandan
iktidarın süreklilik gereksinimini karşılıyor diğer yandan da ülkeyi
uluslararası emperyalizmin parçalama projesine yaklaştırıyordu, anlıyorduk. Bu hazin sürece tanıklık
etmek, ülkenin kuruluşundan bugününe tanıklık eden benim gibi öğretmenleri
kahrediyordu, inciniyorduk. Özgür,
eşit ve dayanışma içinde bir yaşam için direnişimizi yükseltmeliydik, bunun
gereklerini yapmalıydık. Sayımız belki azdı ancak, korkmuyorduk,
korkmayacaktık, yılmıyorduk, yılmayacaktık. Teslim olmuyor, direniyorduk.
Meslek Onurumuz İçin
Ayaktaydık.
Sonuç yerine
Öğretme özgürlüğümüzü ortadan kaldıran adımlar karşısında bir direnç
gösteremiyorduk. Öğretim programı, materyali, yöntemi hakkındaki karar
sürecinin dışında bırakılıyorduk, neyi, nasıl öğreteceğimize pedagojik
yeterliklere sahip olmayanlar karar veriyordu. Basitti belki ama direniyorduk.
Direnen öğretmenler olarak ülke içinde, Eleştirel Pedagoji çevresi olarak
adlandırılan bir dayanışma grubundan ve uluslararası düzeyde de Eleştirel
Eğitim çevresinden büyük bir güç alıyorduk. Dünyanın değişik
coğrafyalarındaki -Şili, Polonya, Macaristan, Meksika, İngiltere gibi- kamusal
eğitim mücadelelerinden ilham alarak benzer bir mücadele veriyorduk.
Direniyoruz.
Şimdilerde, çok beğendiğim bir şarkının bişey yapmalı11 şeklindeki
nakaratı dolanmış dilime. Evet, bir şey yapmalıydım. Yeterli bir deneyime de
sahiptim artık. Bütün bu dönüştürme
11 Bişey
Yapmalı
Derin uykudaydım
Sesine uyandım
Ter içinde kaldım
Uyku tutmadı
Yolun ortasında
Henüz onaltısında Vuruyorlar oysa
Bişey yapmadı.
Sanki onlar hancı
Halkına yabancı
Biz ise kiracıyız da
Evden atmalı.
Birisi oy peşinde
Öteki rant işinde
Kıyamet değilse bile
Bişey kopmalı.
Bişey yapmalı hey
Bişey yapmalı hey
Bişey yapmalı hey
Herkesin fikrince Farkımız çok ince Yutmaya gelince
Demir lokmayı
Hileli terazi
Han hamam arazi
Konuşanı
Asi deyip içeri tıkmalı.
çabaları
ve baskılar karşısında durdum ve şöyle bir değerlendirme yaptım,
öğretmenliğimle ilgili olarak. Daha önce çokça yeminler etmiştik mesleğimizle
ilgili, ettirilmiştik daha doğrusu. Bu kez öyle bir yemin etmeliydim ki
dönmemek, bozmamak üzere yapmalıydım bunu. Hepsinden farklı olarak bu sözü
kendime vermeliydim ve öyle de yaptım. Öğretmenlik yaparken; çocuğun yüksek yararını gözeteceğime, iyi eğitimin12 olanaksız
olduğu ortam ve koşullarda
öğretmeyeceğime, herhangi bir kişi veya grubun işime müdahalesini
reddedeceğime, çocuk gönencini yükseltmek için çalışacağıma söz vermiştim. İnsanlığın
öğretmeni olabilmenin olanaklı olduğuna inanarak yapmıştım bu yemini.
İlham verecek çok sayıda örnek vardı ortak geçmişimizde. Bireyin özgür, eşit ve
dayanışma içerisinde yaşayabilmesi için açık ve örtülü bir mücadele olarak
tanımladığım öğretmenliğimi, Sokrates’in suçlandığı eylemle eş tutmuş ve O’nun
savunmasını kendi savunmam olarak içselleştirmiştim. Derslikteki sobayı yakmaya
çalışırken yanan öğrencilerini kurtarabilmek için yanarak yaşamlarını kaybeden Burçin
ve Aysun öğretmenlerin (Milliyet, 2003). aydınlanma tutkularına sahiptim.
Yaptığım işe ilişkin düşündüğüm bir şey daha var ki bunu ilk defa söyleyecektim. Öğretmenliği, kardanadam yapmak olarak görüyordum. Bilirsin ya yaptığının gerçek olmadığını, bilirsin ya senin yaptığın gibi hiçbir adam -insan- olmadığını, bilirsin ya sen yapmaya çalıştığını aslında senin dışındaki koşulların yaptığını, bilirsin ya senin yapmaya çalıştığının kendi doğasına döneceğini -eriyeceğini-, bilirsin ya onu yapmanın ne denli eğlenceli olduğunu, her defasında eğlenildiğini. O denli çok etik ikilemde kalıyorum ki bütün bu düşünceleri duyumsarken, yaşarken, uygularken. Ancak, öğretmenlere yöneltilen şu
Faili meçhuller
Çöple beslenenler
Çalıp duran ziller
Uyandırmalı
Yolun ortasında
Henüz onaltısında
İnsan insanım diyorsa
Bişey yapmalı
Bişey yapmalı hey
Bişey yapmalı hey
Bişey yapmalı hey
(Moğollar, 1996).
12 Bireyin insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sürmesi için
gerekli temel yeterlikleri kazanabileceği; erişime açık, laik ve bilimsel
içerikli, güvenli ve sağlıklı bir ortamda, demokratik bir işleyişe sahip kamusal
örgün temel eğitim olanağı. Detaylı
bilgi için bakınız: Ural, Ayhan. "Good elementary education."
Procedia-Social and Behavioral Sciences 1, no. 1 (2009): 1249-1254.
önemli
uyarıya da -profesyonel kişiler olma
yolundaki öğretmenler, her biri öncelik kazanmak için diğeri ile çelişen ve
diğerine karşı tezler ileri süren çok sayıda kültürel, mesleki ve siyasal
buyrukla karşılaşırlar. Bu yüzden de belli bir durumda ne yapmaları gerektiğini
düşünmek için zaman bulamazlar. Zaten düşünmeye zaman bulsalar bile
başvurabilecekleri nesnel etik ya da haklılık standartları yok gibidir. Bu
nedenle öğretmenler, öğrettikleri konularda ya da etik davranışta nesnel
standartların olsa olsa tarihsel birer kurgu olduğuna inanabilir ve bu inançtan
hareketle herkese üzerinde tartışılarak çözüme ulaştırılamayacak, kendine ait
bir dizi etik değer benimseme olanağı veren bir göreliğe kayabilirler (Haynes,
2002)- hak vermiyor değilim ve bunu da öğretmenlik paradoksu13 olarak değerlendiriyorum.
Yaşanılabilir Bir Dünya İçin
Mücadelemiz Devam Ediyor.
13
Öğretmenin kimin öğretmeni -devlet, aile ve öğrenci- olduğu kararı. Daha fazla bilgi için bakınız. Ural, Ayhan. “Öğretmenlik Paradoksu”. Editör: M. Durdu
Karslı. Öğretmenlik Mesleğine Giriş.
ss.57-79. Ankara: Pegem A Yayıncılık.2003.
Kaynakça
Fergar, Feyyaz Kayacan. The Poetry of Can Yücel A Selection. Edited, translated and
introduced by Feyyaz Kayacan Fergar, Papirüs Yayınları, 1993.
Haynes,
Felicity. Eğitimde Etik. Çeviri:
Semra Kunt Akbaş. İstanbul. Ayrıntı Yayınları, 2002. İlhan, Attila. Tutuklunun Günlüğü. Ankara. Bilgi
Yayınevi, 1973.
İnan, M. Rauf. Mustafa Necati. İstanbul. Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 1980. Milliyet Gazetesi. Aysun Öğretmen
Kurtarılamadı. 30 Aralık. s.4. İstanbul. 2003.
Moğollar. Bişey Yapmalı, Söz:
Turgut Berkes. Müzik: Cahit Berkay. Dört Renk Albümü. Emre Grafson Müzik.
İstanbul. 1996.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder